"toka"
14 Kasım 2013 Perşembe
Filmler ve Kelimeler - 4
Etiketler:
Amanda Seyfried
,
Atom Egoyan
,
Chloe
,
Julianne Moore
Filmler ve Kelimeler - 3
Etiketler:
Asghar Farhadi
,
Bérénice Bejo
,
Cannes
,
Le Passe
22 Ekim 2013 Salı
Tutkuyla Tanışmak... Frida Kahlo...
Uzun zamandır
sosyal paylaşım sitelerinde, ünlü ressam Frida Kahlo'nun Diego'ya yazdığı
"senden ne zaman vazgeçtim" adlı mektubu dolaşıyor... Okuyup okuyup
geçiyorum... Benim için bu mektup bile bir tutkunun, bir vazgeçememe hikâyesinin
dışa vurumu çünkü... Aynı şekilde "Hayatta başıma iki korkunç kaza geldi,
biri otobüs kazası diğeri Diego !" derken de; acının, yaşamının en zor ama
en vazgeçilmez duygusu olduğunun altını çiziyordu belki de Frida...
Resimlerine ilk
kez bakan insanların bile, sayfalarca yazılarak ifade edilebilecek duyguların,
bir fırçayla nasıl hayat bulduğuna dair şaşkınlıklarını gördüğümde, gerçeğin
insan hayatındaki kesin gücüne şahit olurum hep. Frida'nın resimlerinde gerçek
acı vardır, rengârenk ama hep hüzünlü... Siyahla tanımlanabilecek her duygunun
yerini renklerle değiştirmiş, acıyla başa çıkmanın bir başka yolunu
keşfetmiştir sanatında... Hüzünlüdür ama asla acısı bulaşmaz... En ağır
sancılarını seyrettiğimiz resimlerinde bile sert ama kırılgandır. Hayatındaki
derin acıları, duygu sömürüsü yapmadan resmedebilmiştir... Güçlüdür ve
yalnızdır...
Küçük yaşlardan
itibaren takıntılı olduğu Diego ile evlenip, hayatını, onun kendisine yaşattığı
acılarla donatmış; bu onun hem hayatının hem de sanatının ilginç bir şekilde
enerjisi ve itekleyicisi haline gelmiştir. Kendisini, ablasıyla bile aldatan
kocasını affedebilmesi ve tüm sadakatsizliğini sineye çekmek bir yana adeta
bağrına basması, onun bu ilişkideki tutkusunun diğer her duygunun üzerine
çıktığının kanıtı sayılabilir. Bu yüzdendir ki aşk'ın hastalıklı halini
sevenler için yaşadığı fırtınalı ilişkinin tutkusu her zaman ilgi çekmeye devam
etmiştir.
Ressam, feminist,
devrimci, cesur, hırslı, âşık, sıradışı bu kadının ve özel dünyasının daha çok
sanatsever tarafından keşfedilmesi bir başka asi sanatçının, Madonna'nın
sayesindedir. Madonna, Frida koleksiyonu yaptığını basına açıkladıktan ve her
fırsatta Frida hayranlığından bahsettikten sonra, eserlerinin merak edeni
çoğalmış ve nihayetinde popüler kültür, sanat adına hayırlı bir işe de vesile
olmuştur... Hayatta ve sanatta hiçbir değerin üzeri sonsuza dek örtülemez, bu
nedenle zamanı geldiğinde Frida efsanesi de engellenemez şekilde kendi yerini
bulmuştur...
...
Neden mi
bahsettim Frida'dan? Bir önceki yazımda "ne duyarsanız hayatınız
değişir" diye sormuştum ya, benim için cevaplardan biridir ilk kez ve
yakından Frida tablolarını görebileceğim haberi... Geçen sene, sadece Diego
Riviera sergisinin ülkemize geleceği söylentisi bile heyecan yaratmışken, hem Diego
hem de Frida'nın orijinal tablolarını görme şansı yeni yıla girerken en güzel
hediyelerden biri olacak bana. Natasha&Jacques Gelman koleksiyonunda yer
alan eserleriyle İstanbul'a geliyor Frida... Tuvale dokunuş anlarını hayal
edebileceğimiz, fırçasındaki boyanın kokusunu duyabileceğimiz kadar yakınımıza
hem de...
Otoportre
deyince, resim sanatına adını altın harflerle yazdırmış Frida'nın yaşam öyküsü
ve acılarını işlediği tabloları kaç kişinin dünyaya bakışına ve eserlerine
ilham oldu diye düşünüyorum bazen... Alçı adlı kitabımın her dokunduğumda bana
en çok kimi hatırlattığını, aşkın hayattaki yerini... İnsanın ne için değil, ne
uğruna yaşadığını da düşünüyorum bazen onun tablolarına baktığımda...
Aşk ve acı
birleşirse bir sanatçıyı nereye taşır sorusunun en kesin cevabıdır Frida...
Acıyı, çekici ve imrenilir kılan tek sanatçıdır da bence...
Ve tarihin,
gönülden bağlandığımız insanları nasıl yazdığından çok, onların bizim
tarihimizi nasıl yazdıklarını önemsiyorum galiba...
Sergi 22 Aralık-
20 Mart tarihleri arasında Pera Müzesi'nde...
Tutku ayağımıza
kadar gelmişken, kapısında buluşalım mı?
arşiv / Ocak 2011
Etiketler:
Diego Riviera
,
Frida Kahlo
,
Frida Tabloları
,
Natasha - Jacques German Koleksiyonu
,
Pera Müzesi
Deli Bal - Pelin Buzluk
Bir yazar olarak
da, iyi bir okuyucu olarak da ülkemizdeki edebiyat sistemine ve bu sistemin
kriterlerine göre dağıtılan ödüllere hiçbir zaman ikna olmadım. Bu yüzden benim
için yazarların da, okuyucuların da bağımsız olanı makbul. Beğenilmek için
belli bir çevreye yakın durup onlarla hareket edenleri yazardan, sadece
raflarda göz hizasına dizildiği için kitap alanları ve tüm ilgi alanı çok
satarlardan oluşanları da okuyucudan saymam pek.
Edebiyat
dünyasına hizmet eden, söyledikleri önemli sayılan insanlarla sohbet ettiğimde
hep aynı soruyu sorarım. "Son otuz senedir keşfe değer bir tane bile genç
yazar yok mu? Sırf yazdıkları değerli diye söz hakkı ve şans
verebileceğiniz?" Cevap hep aynı... "Yok!" Roman, öykü ve şiir
ödülü kazanmış kitaplardan ve yazarlardan uzak durmamızı öğütler gibidirler bu
yüzden...
"Biz ödül
verdik ama siz okuyup beğenin diye değil, kendi kutsal nedenlerimiz var."
Ama bazen olur
işte...
Eliniz bir kitaba
gider, göz hizasından uzak bir yerden çekip çıkardığınız kitabı bir daha yerine
bırakamazsınız. Kapağında fark ettiğiniz ödülüne rağmen bir yakınlık
kurarsınız. İyi ki yapmışım, iyi ki "Deli Bal" adlı kitabı bu
sistemin geleneksel öğretisine kurban etmemişim...
Pelin Buzluk '84
doğumlu, çevre mühendisi genç bir yazar. En baştan söylemek isterim ki, bugüne
kadar okuduğum öykü türünde kitapların en iyilerinden. Hatta "öykücü"
payesi verilip, adı öyküyle birlikte anılan bir çok yazardan da çok daha iyi...
Düş dünyası,
anlatımı, kurduğu cümleler kendine özgü ve edebi anlamda değerli... Kitaptaki
on öykünün hepsi de birbirinden ayırt edilemeyecek kadar güzel ve özenli...
"62
Tavşanı"ndaki baba duygusu, "Kafes"teki yaratıcılığı, "Göz
Hareketleri"ndeki sert ama duygusal eleştirisi öyle başarılı ki...
"Aynanın Sonu" tüm yazarların ve yazar adaylarının okuması gereken
heyecan verici bir öykü mesela...
Çok uzun zamandır
bir öykü kitabından bu kadar haz aldığımı hatırlamıyorum. Zorlama yazılmış ve
hiçbir anlamı olmayan, buna rağmen göklere çıkarılan onca kitapla
sürüklendikten sonra "Deli Bal" zarif ve okuyucuya da kendisini
değerli hissettiren bir kitap...
Edebiyata bu
kadar yakın atan bir kalbi tanımak bir şanstır diyorum. Mutlaka okuyun!
Etiketler:
Deli Bal
,
Pelin Buzluk
,
Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü
Emre Kalcı - Serra Yılmaz / "Nar" Gösterime Girerken...
Emre
Kalcı: Senaryoları saymazsak Ümit Ünal yönetiminde yer aldığınız üçüncü
film. Bir oyuncu olarak sizce Nar’ın, Ses’ten ve Dokuz’dan
farkı nedir?
Serra
Yılmaz: Aslında Dokuz, Ara ve Nar bir çeşit üçleme. Üç film de, tek
mekânda geçiyor. Nar'da olayın çoğunlukla cereyan ettiği yer bir evin salonu,
olaylar iki saat süreyle tek mekanda anlatılıyor. O anlamda Dokuz ile
benzerliği var ama farklı bir konu tabii.
Emre
Kalcı: Fragmanları izledim, Sultan Mutfakta adında bir projeniz vardı.Onunla bir
ilgisi var mı Nar'ın?
Serra
Yılmaz: Sultan Mutfakta ile bir alakası yok. O, değerli bir
projemiz olarak duruyor. Prodüksiyon sorununu halledebilsek hâlâ çekmek
istediğimiz bir yapım.
Emre
Kalcı: İngiltere'de çekilecekti değil mi?
Serra
Yılmaz: Bazı sahnelerinin İngiltere'de çekilmesi düşünülüyordu, orada üç
günlük bir çekim istiyor ancak onları üstlenebilecek bir prodüktör yok, olsa
zaten şimdiye kadar çekilmişti.
Emre
Kalcı: Nar 23 Aralık’ta vizyona girdi. Sizce bu filmin teması nedir?
Serra
Yılmaz: Adalet arayışı... Benim canlandırdığım
Asuman karakteri hayatında vuku bulmuş bir adaletsizliğin olduğuna inanıyor ve
bu adaletsizliği bir biçimde telafi etmek için bir girişimde bulunuyor.
Herhangi bir intikam ya da kin gütmek gibi bir duygusu yok. Kötü bir kadın değil,
aksine gariban bir kadın ve çok çekmiş hayatta, onun için inancını da yitirmiş.
Benim çok sempatik bulduğum bir karakter, severek oynadım. Ayrıca ülkemizin
gündeminde adalet arayışının ve vuku bulmayan adaletin, cezasız kalan suçun
gerçekten çok önemli bir gündem maddesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hukukun
bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü konusunda daha çok fırın ekmek yemesi gerekir
bu ülkenin. Her gün tersine işleyen bir adaletin örneklerini görüyoruz.
Dolayısıyla bence çok önemli bir temaya dokunuyor. Suçun cezasız kaldığı
duygusu toplumu giderek linç toplumu olmaya itiyor. "Nasıl olsa mahkeme
bunu cezalandırmayacak, biz görelim bunun hesabını" duygusunu tetikliyor,
ki bu çok tehlikeli.
Emre
Kalcı: Çoğunluğun favorisi iken Nar’a verilen ve çok tartışılan ödül
hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Serra
Yılmaz: Her jüri, kendi kültürü, kendi anlayışı ve onun boyutları
ölçüsünde ödül verebilir. Bu jürinin de bu kadarmış. Evet, Ümit'in bir
haksızlık duygusu taşımasını çok iyi anlıyorum ama çok fazla da üstünde
durmamak lâzım. Bir film iyiyse bugün anlaşılmasa bile muhakkak zaman
içerisinde anlaşılacaktır. Anayurt Oteli de gösterime çıktığında seyircisi kaç
kişiydi ki, ama bugün Türk sinema tarihinin en iyi on tane filminin içinde
sayılıyor.
Emre
Kalcı: Yıllar önce Teyzem filminde de Ümit Ünal ile çalışmıştınız. Ümit
Ünal ismi size ne ifade ediyor?
Serra
Yılmaz: Ümit Ünal ismi benim için öncelikle "çok iyi bir
senaryocu"yu ifade ediyor. Ülkemizdeki çekilen filmlerde senaryo zafiyeti
var. Çok iyi bir senaryo, çok iyi bir filmin ilk adımı.
Bu yüzden Ümit Ünal benim için çok iyi bir senarist ve kendini her geçen gün
geliştiren bir yönetmen. Anlat İstanbul, Ses, Gölgesizler gibi filmlerini de
çok başarılı buluyorum. Hele ki Gölgesizler filmi... Bir kitabı sinemaya
uyarlamak çok zor bir iştir ve Ümit Ünal bunu başarıyla gerçekleştirdi.
Emre
Kalcı: İtalya ve Fransa gibi ülkelerde de
oyunculuk yaptınız. Gişe filmleri dışında kalan filmler için Türk seyircisi ile
oralardaki seyircileri kıyaslayabilir misiniz?
Serra
Yılmaz: Fransa'da gerçek bir sinema seyircisi var. Mesela Nuri Bilge
Ceylan'ın filmlerinin Fransa'da çok sevilmesi bir tesadüf değil.
İstanbul'da kaçırdığım Bir Zamanlar Anadolu'da filmini Paris'te seyretmek
istedim ve gittiğimde salon doluydu. Sinemada film izleme alışkanlığı Fransa'da
çok yüksek ama İtalya'da daha düşük. Paris'teki talep çok farklı
Roma'dakinden...
Emre
Kalcı: Bu farkları gözlemlemiş birisi olarak, sizce Türk sineması nasıl bir dönüşüm
içerisine girerse uluslararası alanda başarı sağlayabilir?
Serra
Yılmaz: Uluslararası bir başarı diye ölçüt koymamak gerek
bence. Neden dersen de, zaten uluslararası platformlarda işler başka türlü
işliyor. Bu tür bir istek içerisine girildiği an prodüktörler devreye giriyor
ve onların ağırlıkları ortaya çıkıyor. Buna da lobi diyorlar. Mesela Oscar
tamamen böyle işliyor. Nuri Bilge Ceylan için de Oscar lobisine başlıyorlar.
Ama bazı yerler de var ki; mesela ben bu sene Venedik Film Festivali'nde ilk
eser jürisindeydim, o büyük prodüksiyon şirketlerinin itiş kakışları arasında
başka iyi filmlere de rastlamak mümkün. Zaman zaman görüyoruz ki, bazı filmleri
de müsama göstererek değerlendirmeye alıyorlar...
Emre
Kalcı: İtalya’da Son Harem’i oynadınız. Sizin varlığınızın oyunu güçlü
kıldığı yazıldı. Peki, hiç Türkiye’de oynanması düşünülmedi mi?
Serra
Yılmaz: Düşünülmedi. Birkaç kez Adana'da oynandı.
İstanbul'da ve Ankara'da da birer kez oynandı.
Harem bence yabancı seyirci için daha cazip bir oyun. Bilmedikleri bir kültürü
anlattığı için daha büyülü bir havası var onlara. Her ne kadar ikinci yarısı
Nazlı Eray'ın öykülerinden oluşuyor olsa da... Floransa'da özel bir sevgi var
bu oyuna, üç dört defa seyreden bile var. Sekizinci yılımızı da bu sene
oynayacağız.
Emre
Kalcı: Kariyeriniz boyunca hangi film dönüm noktanız
oldu? Ayrıca hangi rolünüz için ‘’benim rolüm’’ diyebilirsiniz?
Serra
Yılmaz: Tabii ki de benim için dönüm noktası
olan film Anayurt Oteli. Çünkü gerçek anlamda bu film ile tanındım. Benim rolüm
diyebileceğim ise bütün rollerimdir. Hepsini severek ve isteyerek oynadım.
Zaten kariyerimde sevmediğim, beğenmediğim bir rolü de hiç
canlandırmadım.
Emre
Kalcı: Bir filmde yer almanız için sizi heveslendiren
nedir?
Serra
Yılmaz: İlk heveslendiren şey senaryo ve yönetmen...
Emre
Kalcı: Küçük yaşlardan beri oyunculuk yaptınız.
Oyunculuk tutkusu olan biri neden psikoloji okumaya yönelir?
Serra
Yılmaz: Psikoloji okumam tamamen bir rastlantı.
Ben üniversite puanım yüksek olsun diye
fen bölümünde okuyordum. Fen'de okurken de birden psikoloji dersi başladı.
İnsan 16-17 yaşlarında Freud, Young gibi isimlerle karşılaşınca cazip geliyor.
Daha sonra da Fransız hükümetinden kazandığım burs psikiyatri için yeterli
olmayınca psikolojiye yöneldim. İlerleyen zamanlarla da bunu bir meslek olarak
yapamayacağımı anladım ama bırakamadım, bırakırsam eğer bursum kesilecekti ve
ben de okuyormuş gibi yaptım.
Emre
Kalcı: Yemek programınız ve son reklam filminizle birlikte
yeteneklerinizden birisi daha gün yüzüne çıkmış oldu. Yemek yapmak sizin için ne ifade ediyor?
Serra
Yılmaz: Yemek yapmak benim için arkadaşlarımla
bir şeyler paylaşmak. Cömert bir jest... ve ben sadece sevdiklerim için yemek
yaparım.
Emre
Kalcı: Aktivist kimliğiniz, ülkemizin sanat ortamında önemli
bir boşluğu dolduruyor. Entelektüel kesmin suskun tavrı hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Serra
Yılmaz: Bizim ülkemizde büyük bir suskunluk ve sinmişlik
var. İnsanlar pısırıklaştırılmaya doğru itiliyor. Bunu da asla
küçümseyerek söylemiyorum. Baksanıza çocuk puşi taktı diye hapse attılar. Öteki
saçını kesti diye cezalandırdılar. Onun için insanların içinde bulundukları
durumlar anlaşılır ve hak verilir şeyler. Çünkü insanoğlu hayatını keyifli bir
biçimde sürdürmek ister. Bugün bana da söylesen, hadi gel yürüyüşe katılalım
polis engel koyacakmış, tutuklayacakmış desen, gelmem. Bizim öyle güçlü
mücadele geleneğimiz yok. Bakın 1 Mayıs 1977'yi düşünün mesela. Sabah saat 8
gibi Beşiktaş Barbaros Bulvarı üzerinde beklemeye başladık Dostlar Tiyatrosu
olarak ve akşamüstü yürüyebildik Taksim'e. Dolayısıyla o protesto ruhunun yavaş
yavaş yeşermeye başladığı o dönemde seksen darbesi oldu ve darbe hayatımızı alt
üst etti. Onun için mutlaka hesabının sorulması gerektiğini de düşünüyorum.
Çünkü bu ülkede yapılanlar hep kâr kalıyor. Bu düzenin mutlaka değişmesi lâzım.
Neticede görüyoruz ki büyük demokrasi vaatleriyle göz boyayanların o vaatleri
yerine getirmek gibi bir dertleri yok.
Emre
Kalcı: Bu ortamdan dolayı sanat dünyasının bir misyonu olmamalı
mı?
Serra
Yılmaz: Bir misyonunun olması gerektiğini düşünüyorum.
Fakat bunun, bir geleneğinin olmamasından kaynaklanan bir atalet olduğunu da
düşünüyorum.
Emre
Kalcı: Peki, Aşk?
Serra
Yılmaz: Aşkın yeri çok önemli. Bence aşkın önemi, aşkın yeri ve aşkın enerjisi
çok şeyi belirliyor. Ve aşk, her şeyin önüne geçmeli...
Geçen
gün birisi bana twitter'dan soruyor: ''ilk bakışta aşka inanır
mısınız?'' Dedim ki: ‘’Aşkın her türüne inanırım ben.’’ Öyle bir kuralı yok
ki aşkın. :)
Emre
Kalcı: Dopdolu bir hayat yaşıyorsunuz.
Bu renkli hayatınızda pişmanlığa yer var mı?
Serra
Yılmaz: Müziği daha iyi bilmemek ve bir enstrüman çalamamak.
BU
MU, ŞU MU?
İtalya
mı, Fransa mı?
-İkisi
de
Aşk mı,
hayat mı?
-
Biri diğeri olmadan olmaz , her ikisi de
Şarap
mı, kahve mi?
-Kahve
Komedi
mi, dram mı?
-İkisi
de
Para
mı, kariyer mi?
-Kariyer.
Pembe
mi, mavi mi?
–Mavi.
Okumak
mı, dinlemek mi?
-Okumak.
Alkış mı,
ödül mü?
-Alkış.
Mozart
mı, Beethoven mı?
-İkisi
de
Plan
mı sürpriz mi?
-Sürpriz.
Portakallı
biberli köfte mi, kuzu kol sarma mı?
-Kuzu
kol sarma
Fotoğraf: Fatih Metin Demirkol
21 Ekim 2013 Pazartesi
Emre Kalcı - Meltem Taşkıran / Egoist On Röportajı...
Egoist grubu
"Artık Yeter" adlı albümden tam on sene sonra, daha özel, daha
kendilerini anlatan ve daha iddialı bir albümle yola devam ediyor... "Egoist-On"da,
istediği müziği yapabilme lüksüne sahip müzisyenlerden, özgür soundu ve
nefis düzenlemeleri olan alternatif şarkılar dinlerken; piyasadaki
"aynılık" içinde farklı olanı keşfetmenin keyfine varacaksınız.
Grubun kurucularından ve aynı zamanda solisti olan Meltem Taşkıran'la solo
kariyeri, Egoist grubunun gelişimi ve yeni albümleri "EgositOn"
hakkında konuştuk...
-Biz İnsanların Beğenisine Göre Hareket Eden Bir
Grup Değiliz-
Egoist nasıl
başladı, neden Meltem solo albümden vazgeçip bir grubun sesi oldu?
"Mavi
Boncuk" adlı solo albümümün çıkışından 15 gün sonra şirketin batmasıyla,
yeniden çıkarabilmek amacıyla, elimizde albüm, Eser'le tekrar yollara düştük.
Çünkü o zamanki şirketim (Nazan Öncel'in şirketi Naz Müzik) tarafından yapılan
büyük bir haksızlık vardı ortada. Daha doğrusu kasti bir bilgilendirmeme... Sonra biz Raks şirketiyle görüştük. Bize istediğimiz müziği
yapabileceğimizi, piyasa kaygısı gütmeden rahatça çalışabileceğimizi söyleyip;
her türlü imkânı sağlayacaklarının sözünü verdiler.... Bu hayatımızda
karşılaştığımız en güzel teklifti. Ardından anlaştık ve Egoist albümünün
hazırlıklarına başladık. O gün ben solo albümü bir kenara bıraktım ve Egoist'in
vokali Meltem Taşkıran olarak yoluma devam ettim...
Peki yeni bir solo
albüm yapma fikrin var mı?
Evet hep var
böyle bir fikrim, hatta hazırlıklarım bile var...
97'de çok iyi bir
çıkıştı "Artık Yeter" adlı albümünüz, üç sene sonra "Egoist
2" geldi. Sözler derinleşti, biraz daha felsefi yaklaştınız.
"Eyvah" ve "Gözü Kara" gibi harika şarkılar çıktı. Sonuçta
grup çizgisini korudu. İkinci albümdeki fark albüm kapağında kendini ele verdi.
Kardeşlerden oluşan iki kişilik bir grup izlenimi doğdu, ne dersin?
Doğru. O albümde
Egoist'i iki kişiye indirdik. Çünkü birinci albümde bazı rahatsızlıklar vardı
grupla ilgili. Raks bize el verince o grubu heyecanla ve çok çabuk kurmuştuk.
Sonra bir takım gereksiz şeyler oldu aramızda ve grubu dağıtmak zorunda kaldık.
Biz Eser'le ikimiz devam ettik ikinci albümde ama o albümde de Türkiye'nin en
önemli müzisyenleriyle çalıştık. Akın Eldes'ten, Mustafa Kos'a, Levent Altındağ'dan,
Güray Hafiftaş'a, Vecihi Akın'a, Hakan Çimenot'a ve hatta Devlet Senfoni
Orkestrası'na kadar çok önemli müzisyenler ve topluluklar eşlik etti bize.
İsimli ya da isimsiz olsun biz her zaman bir grupla çalışıyoruz. Egoist
albümleri her zaman bir grup çalışması oluyor diyebilirim. Yeni albümde ise
ben, Eser, Arif Deniz Toker, Fırat Çavaş
ve Turgay Gülaydın'dan oluşan yeni grupla devam ediyoruz yola...
Meltem, kardeşinle
birlikte çalışıyorsun, bunun müziğine ve gruba etkilerinden bahseder
misin?
Çalışırken
kardeşlik kısmını hiç olaya katmıyoruz, hatta birbirimize karşı en kırıcı
ikimiziz grupta. Doğruyu bulmak için tartışırız, grubun içinde diğer
müzisyenlere karşı birlik olma durumumuz da yok. Hatta bir tartışma olunca
grubun bir kısmı Eser'in, bir kısmı benim tarafımda oluyor. Kardeşlik eve
gidince kaldığı yerden devam eden bir durum sadece.
Müzik sektörü
uzun zamandır bu haldeyken tarzınızı ve tavrınızı bozmama cesaretinizi neye
bağlıyorsunuz?
Bizim grup olarak
bir çizgimiz var ve müzik sektörü çok parlakken de, hiç parlak değilken de o
çizgide devam ediyoruz. Müzik sektörünün durumuna göre hareket eden bir grup
değiliz gerçekten. İnsanların beğenisine göre de hareket etmiyoruz.
Türkiye'deki birçok rock grubu
insanların beğenisine göre hareket ediyor , popçular da öyle... Herhangi
bir şey tuttuğu zaman "hadi onun aynısından yapalım" durumu söz
konusu. Bizim böyle bir niyetimiz yok, insanların duygularını kullanmak
istemiyoruz. Ne hissedersek onu yapıyoruz. Bu albüm diğerlerine göre daha funk
bir albüm mesela. Pek sallamıyoruz müziğin samimiyetini engelleyen şartları..
İlk albüme hep
"başkaldırış" dedim ben, ikincisine "kabullenme", peki
üçüncüsü ne sizce? Deneyim olabilir mi?
Güzel ve doğru
saptamalar, belki üçüncü albüme bir de "kendine dönmek" eklemesi yapabiliriz. Bu albümde çok kendimize döndük...
Yedi yıl aradan
sonra yeni albümün "Egoist On" adıyla çıkmasının esprisi nedir, on bir parçanın onu Egoist şarkısı diye mi?
Albümdeki on bir
parçanın, onu Egoist parçası doğru, ayrıca Egoist'in onuncu yılı, şirketimizin
adı "on-air", İngilizce'de Egoist-On (Egoist çalıyor) anlamı da var.
Birçok on bir araya gelince biz de albüme "On" adını verdik.
11. parçaya
gelirsek.. Bir cover mı okumak istediniz, yoksa "Islak Islak"
yorumunun özel bir anlamı mı var?
Daha önce cover
şarkı yapmadık ve onaylamıyoruz da pek, ucuz bir yöntem olarak görüyoruz. Cem
Abi'nin, Eser'in de, benim de hayatımızda çok önemli bir yeri var. Bizi
keşfeden kişidir kendisi ve çok büyük müzisyendir. Bir gün, ona sürpriz yapalım
diyerek, Islak Islak adlı şarkısını kaydettik. Sonra Cem Abi'yi çağırdık.
Şarkıyı önce vokali kapatarak dinlettik, altyapıyı çok beğendi. Sonra vokali
açınca ve benim sesimden dinleyince durdu ve beni çok onore ederek
"sürerim buluttan kısmını benden daha iyi söylemişsin" diyerek
gülmeye başladı. Hep beraber eğlendik, harika bir gündü. Birlikte geçirdiğimiz
son gündü ayrıca. Bu parçayı beraber olup bir güzellik paylaşalım diye
esprisine yapmışken, Cem Abi ölünce bu bize vasiyet oldu. Albüme almaya öyle
karar verdik.
-Senfonik
Konserlere Ben Çok İnanmıyorum-
Menfaat
ilişkilerinden, insanların maskelerinden, yozlaşmadan bahsettiniz hep, hatta
eğitim sistemimizi bile eleştirdiniz şarkılarınızda. Yaptığınız müziğe protest
müzik diyebilir miyiz? Anadolu Rock'ta
bir ısrarınız var mı?
Tabiiki protest
müzik yapıyoruz. Üç albüm için de bunu söyleyebiliriz. Farklı tavırlarla
söylenmiş aykırı sözler var. Mesela "Eyvah" en protest şarkıdır bence,
en yumuşak gibi görünen ama en sert parçadır. Çünkü sertlik aslında davulla,
basla, gitarla değil lafladır. Öyle bir laf söylersin ki, yıkarsın...
Egoist Türk
müziğinde neyi temsil ediyor, hangi köşeyi?
Olmayan bir
köşeyi temsil ediyor derim. Biz Eser'le çok küçük yaşta başladık müziğe, o dört
yaşındaydı, ben altı. Biz lise çağlarında eline gitarı alıp "haydi, grup
kuralım" diyen insanlar olmadık. Zaten dört yaşından beri grup müziği
yapıyoruz ve konservatuvar eğitimliyiz. Bu yüzden bizim müziğe bakış açımız şu
andaki rock gruplarının bakış açısından çok farklı. Klasik müzik üzerinden
bakıyoruz, jazz ve funk gibi farklı yerlerden bakıyoruz. Farklı baktığımız için
de rock arenasında da, pop arenasında da değiliz. Başka bir yerdeyiz, kendi
yerimizde...
Zengin bir
enstrüman kullanımı var albümlerde... Geçen albümde otantik ezgiler vardı ve
hatta bu albümde oryantal ezgiler bile var. Grubun yaptığı müzikte tür
kompleksi yok diye algılayabilir miyiz bunu? Bu kadar çeşitlilik soundunuzu
nasıl etkiliyor?
Biz Türk Müziğini
seviyoruz gerçekten. Eser hem klasik müzikçi, hem de aynı zamanda bir Türk
Müziği âşığı. Dört sene Türk Müziği konservatuvarında eğitim de aldı. O yüzden
Eser daha farklı bir boyuttan bakıyor müziğe, ben biraz daha batıcıyım mesela.
Soundumuzu güzel etkilediğini düşünüyorum, çeşitlilik kattığına inanıyorum
hatta biraz erotizm kattığına da... Türk müziğini seviyoruz, öyle
komplekslerimiz yok.
Bu albümde
yaptığınız şarkılardan en çok hangisi
için "bizi doğru temsil ediyor" diyebilirsin? Yapımcı ve piyasa faktörlerini de
göz önüne alınca istediğiniz müziği yapabildiniz mi?
İstediğimiz
müziği yaptık evet, her zaman yapıyoruz, çünkü kendimiz yapıyoruz. Yapımcıdan
para alıp yapmıyoruz albümü, kendimiz yapıp yapımcıya teslim ediyoruz. Böyle
bir stilimiz var. Bu yüzden yapımcının karışmadığı, kendimizi doğru ifade
edebildiğimiz müziği özgürce yapabilme lüksümüz var. Albümde, seçmem gerekirse
özellikle "Hasret" ve "Ben Kimim" adlı şarkıların bizi iyi
temsil edebileceğini düşünüyorum..
İlk klip, çıkış
parçanız olan "Hiçim"e geldi... Bu parçanın özelliği nedir?
"Hiçim"
aslında tasavvufi bir parça, hiçlik, heplik anlamında orada. Her şeyim
anlamında... Aşkta tasavvufi bir bakış açısıyla yaklaştım bu kez. Ben sözleri
yazarken, aşk temasını çok derinine girmeden işlemeye çalışıyorum genelde,
çünkü aşka inanmıyorum. Daha doğrusu aşkın anlatıldığı gibi bir duygu olduğuna
inanmıyorum, anlatılmadığı gibi olduğuna inanıyorum. Çoğu kez aşk üzerine yazıp
kendimle dalga geçiyorum sanırım...
"Sebebim
Yok" adlı parçanızda düet için Harun Kolçak adının seçilmesinin nedeni
nedir? Okumalardan sonra uyum hakkında ne düşünüyorsun?
Çok zor bir
şarkıydı, biz Harun'dan önce başka birine, yine önemli bir şarkıcıya götürdük
şarkıyı, dinledi ve bir ay boyunca cevap vermedi, veremedi... Ondan bir cevap
alamayınca Eser'le konuştuk, buna en uygun kişinin Harun olduğuna karar verdik,
çünkü zor bir parçaydı ve Harun zor işlerin altından kalkabilecek bir sesti.
Harun'la konuştuk ve hemen evet dedi. Eser o sırada askerdeydi ve hatta
Harun'un kaydını da ben yaptım. Geldi, bir şeyler içtik, okudu ve çıktı gitti.
Çok da güzel okudu...
Yaylıları oldukça
kullanıyorsunuz, düzenlemeleriniz bir harika... Bu senfonik konser furyası
için, batı müziği hakkında yetkin bir kişi olarak ne söylemek istersin Meltem?
Senfonik müzik
Türkiye'de şu anda yapılamıyor, ses sistemlerinin yetersiz olmasından dolayı
yapılamıyor. Senfonik konserlere ben çok inanmıyorum. Enstrüman
tonlayamıyorlar, tonlanamayınca da konserde o bütünlük sağlanamıyor, yabancı
konserler gibi olmuyor. Bu yüzden biz konserlerimizde senfonik altyapı
kullanmıyoruz. Enstrümanı çaldırdıktan
sonra onları tonlayabildiğimiz için sadece albümlerde bu altyapıyı
kullanıyoruz. Sahnedeyken tonmaister kimse onlar yapıyor bu işi ve ne yazık ki
yapamıyorlar. Kayıt olunca farklı durum ama canlı olunca olmuyor.
Egoist grubunun
canlı performansı ve senin sesin için hep bir övgü vardır müzik piyasasında.
Yeni niyetler var mı?
Kemancı'da
konserlerimiz olacak, bunun dışında festivallere başlayacağız. Bu sene oldukça
çok konser vermeyi düşünüyoruz bu albüm için...
İyi bir ses ve iyi bir müzisyen olarak bağımlılık ve alışkanlıklara karşı bir tavrın olduğunu
biliyorum. Bu tavrın hakkında neler söylersin?
Bağımlı
insanlardan büyük performanslar hiç duymadım bugüne kadar. Bence bir kişi şeker
de dahil olmak üzere hiçbir şeye bağımlı olmamalı. Yani şekersiz çay içtiğinde
yüzü buruşmamalı. Bağımlı olmak sizin ruhunuzun bir kısmını ona kilitliyor ve
kilitlendiğinizde hiçbir zaman tam performans veremiyorsunuz. Bütün bağımlılar
için bu böyle, sigara, içki, şeker, peynir bağımlısı, hiç fark etmez.
Madonna'nın belgeselinde söylediği bir şey vardı, onu dinledikten sonra daha da
takdir ettim. Dansçılar geliyor karşısına, harika dans ediyorlar; Madonna
içlerinde bağımlılığı olan birileri olup olmadığını soruyor ve dürüstçe cevap
vermelerini istiyor. Bir kaç kişi çekinerek elini kaldırınca onlara bu
bağımlılıklardan uzak durmalarını istediğini söylüyor. Dansçılar nedenini merak
ediyor. Madonna yanlış anlaşılmak istemediğini, kendilerine karışmadığını
belirtiyor ve ekliyor: "Sadece bütün performansınızı istediğim
için..."
Kimsenin hiçbir
şeye bağımlı olmaması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden ben her bağımlılığımı
yıkarım, bağlandığımı hissettiğim anda kopuyorum.
Türkiye'de müzik
yapmanın ve müzisyen olmanın en büyük zorluğu nedir sence?
En büyük zorluğu
bir yerlere gelebilmek. Ben çoğu kimsenin söylediği gibi kolay olduğunu
düşünmüyorum çünkü... Herkesin ciddi ödünler verdiğine inanıyorum.
Prodüktöre ,
basına, hatta dinleyiciye boyun eğmeden bir yere gelmek çok zor. Benim kişisel
olarak 15 senemi aldı bu konuma gelebilmek...
Dünyadan takip
ettiğin ve yaptığı müziği yararlı ve yakın bulduğun birileri var mı?
Toto grubunu
severim, Tina Turner'ı çok severim... Madonna'nın duruşunu beğeniyorum...
Christina Aguilera'yı beğeniyorum. Maroon 5 grubunu da... Türkiye'den
beğendiğim isimler var. Sezen Aksu'yu çok seviyorum, Kayahan'ı , Yaşar'ı,
Harun'u, Özlem Tekin ve Şebnem Ferah'ı...
Genel anlamda
hayatımda çok özel yeri olan isimler de var. Cem Karaca, Barış Manço, Aysel
Gürel ve Müjdat Gezen. Bu isimlerle, bu duayenlerle tanışıp, çalışıp, onların
işlerini yapabilmek gibi büyük bir şansa sahip bir müzisyenim. Her birinden
biraz bir şeyler taşıdığımı düşünüyorum. Onları hep saygı ve sevgiyle
anıyorum...
Son olarak şu cümleyi
tamamlayabilir misin?
Sadece üç albümle, Egoist'in müzikte bu kadar önemli bir yerde olmasının üç temel nedeni var... Sırasıyla...?
Müziğe saygı,
dinleyiciye saygı, kendimize saygı...
arşiv / 2008
Etiketler:
Artık Yeter
,
Egoist
,
Egoist 2
,
Egoist On
,
Eser Taşkıran
,
Meltem Taşkıran
28 Haziran 2013 Cuma
Filmler ve Kelimeler - 2
Etiketler:
Aşırı Gürültülü ve Çok Yakın
,
Bir Film Bir Kelime
,
Sinema
27 Haziran 2013 Perşembe
Suat Kavukluoğlu - Emre Kalcı Röportajı
'BENDEN UZAĞA ATTIĞIN
BU ADIMI İŞARETLE,
BİR GÜN YENİDEN SEVİLMEK İSTEDİĞİNDE, YENİDEN BAŞLAMAK İÇİN
DÖNECEĞİN YER BURASI'
“Yazı o kadar güçlü ki, en silinebilir olan kaleme
bile kurşun demişler...Sana yazdıklarımı silerken dikkatli ol, yaşarken ve
yazarken beni ıskaladılar ama silerken seni öldürebilirler.”
Beş kitabı bulunan
yazar Emre Kalcı'yı tanımak isteyenler için
özel bir Pazar söyleşisi...
Sizi yeni bir yazarla, Emre Kalcı'yla
tanıştırmak istiyorum. Ama bu röportajın sunumunu klasik bir dille yapmayacağım.
Şimdi istesem buraya alt alta bir sürü şey sıralayabilirdim. Emre için,
hepimizin her gün binlerce basın bülteninden okuduğu gibi bir sürü havalı
cümleyi bir araya getirebilirdim. Ama böyle yapmayacağım. Çünkü o; bu şekilde
tanışmayı istemiyor sizle. Böyle bir yol tercih etse, çoktan kendisine bir basın
danışmanı tutar, ne gerekiyorsa yapar, öyle ya da böyle (ama kesinlikle daha kısa
sürede) bugün çok "tanınır" bir konumda olabilirdi. O kendini
pazarlamak değil, yalnızca kelimelerini paylaşmak istiyor. Ben de onunla
gerçekten tanışmak istiyorsanız tanışın istiyorum. O yüzden önce onun kitaplarından
bazı bölümler alıntılayarak başlıyorum. İsterseniz önce onları bir okuyun. Eğer
bu cümleler, kalbinizde, ruhunuzda bir yerlere dokunursa, size bir şeyler hatırlatırsa,
derdinden, halinden anlarsanız ve onunla gerçekten tanışmak isterseniz, işte o
zaman röportaj bölümüne geçebilirsiniz. Ama bu kelimeler gönlünüzde herhangi
bir yaprak kıpırdatmazsa, o zaman bu pencereyi kapatır, geçer gidersiniz.
Böylece hiç zaman da kaybetmemiş olursunuz...
Emre Kalcı'nın
Kitaplarından....
“Aşk aynı yazıldığı gibi; sesli
başlıyor, sessiz bitiyor..”. (Alçı, 9)
“Birilerini tanıdım; aşk yok
deyip sevgilisini satan, hayat yok deyip aşkını satan, satacak bir şey kalmadı
deyip ruhunu satan...Üzerine naylon geçirip eskimemeye çalışan ama dokunduğu
herkesin derisini kaldırıp bakan..İçi taşlaşan, hayatın en sığ yerleriyle
devamlı paslaşan...Hayat belki de sadece onlara değmeden geçebilmek ve belki de
o yüzden kimsenin hayatı yok...” (Alçı, 25)
“Her gece yatmadan önce, yatağıma
bende kalan saç tellerini yerleştiriyorum... Son uyanışından, son gidişinden,
ilk özlenişinden kalan... Sabah uyandığımda ilk onları görmek hayatta bırakıyor
beni, ilk onları görmek hayattan soğutuyor...” (alçı, 30)
“Yaptığım en doğru şey, en büyük
yanlışımdı benim; yanlış insanları hep doğru aşkla sevdim...” (Alçı, 91)
“Sessizliği bir silah gibi
kullanabilen herkes sevgilisinin alnına dayıyor tüm noktalama işaretlerini...Soru
işaretinde zaman kazanıyor aşıklar, virgülde umutları devam ediyor, ünlemde
korkuyor, noktada yeni bir başlangıç düşlüyorlar hatta...Her sevgili en çok alnında
üç noktayla ölüyor...” (Kir, 17)
“Yazı o kadar güçlü ki, en
silinebilir olan kaleme bile kurşun demişler...Sana yazdıklarımı silerken
dikkatli ol, yaşarken ve yazarken beni ıskaladılar ama silerken seni
öldürebilirler.” (Kir, 38)
“Benden uzağa attığın bu ilk adımı
işaretle; bir gün yeniden sevilmek istediğinde, yeniden başlamak için döneceğin
yer burası...” (Yarım, 9)
"Hayatta güçlü kalmak için
her şey olabilen insanlar var... Bir veda için terk eden, bir suç için can
atan, bir aşk için çark eden, bir hiç için kalp kıran...Ve hep birkaç aptal var
aramızda, o insanlara aşık olan...” (Yarım, 45)
“Artık dudaklarımız birbirine değecekse,
sana yolladığım eski bir mektubun zarfını yalayıp tekrar kapatacaksın, başka şansın
kalmadı...” (Yarım, 61)
“Bizim oralarda biri öldüğünde,
öldü demezler, "sakladık" derler...Ben de öyle yaptım, seni kalbime
sakladım...” (Yarım, 80)
DEVAM ETMEK İSTEYENLER
İÇİN: EMRE KALCI'YLA TANIŞMA
İlk ne zaman
kendini bir kağıtla kalemin orta yerinde buldun Emre?
Tek gücümün parmaklarımın
ucunda olduğunu hissettiğim gündü. Hayatımda bir daha başka bir şeye geri
dönmeyeceğim kadar da kesin bir akşamdı...
Yazmak, hep bir mecburiyetten doğar bence. Başka şansı
yoktur yazanın. Ona başka iyi gelen bir şey bulamaz. Sende de böyle mi başladı
yazmak?
Haklısın başka şansım yoktu. Başka türlü, hayata daha
büyük bir ses çıkaramayacağıma inandım. Kalbim bütün sesleri bastırıp kendi
ihtilalimi ancak en çok yaralandığım yerden yapabileceğimi söyledi. Sadece
kalbinin sesini dinleyen biri olarak başka şansım gerçekten yoktu...
Ben seni tanıdığımda henüz ilk kitabın "Her Aşk Biraz Kendinin
Katilidir" yayınlanmıştı. İlk kitabın başka bir hatırası olmalı, ilk aşk,
ilk öpüşme gibi. Senin için nasıl bir dönemdi o?
Uzun yıllar önceydi, yazdıklarımı paylaşmam gerekli
mi, değil mi sorusuna cevap olacaktı o kitap ve heyecanlıydım. İlk kitabımın çıkışı
ertesinde önce bir sessizlik oldu. Bir zaman sonra kitapla bağ kuran ve
"gerçekliğinden" etkilenen okuyucuların sesleriyle, mektuplarıyla
birden değişiverdi o sessizlik...Birilerine ilk dokunduğum, kelimeler aracılığıyla
edebi ilişkiler ve dostluklar kurduğum bir dönemdi. Ama ilk aşk ve ilk öpüşme
dersen, o ikinci kitabım "Alçı"dır benim için...
Yazmaya başlamak, bir yandan da gizli bir esaret sözleşmesi
imzalamak demek sonsuza dek. Kağıttan, kalemden bir daha yakayı paçayı kurtarmak
çok zor gibi geliyor bana. Senin için de böyle mi bu?
Dilerim bu tutsaklık hiç bitmez, hayatta özgür kalmak
istemeyeceğim tek şey yazmanın esareti... Daha büyük bir güç ve daha cesur bir
tavır tanımıyorum çünkü...
Keşke ben hep güzel aşklar yaşasaydım, hayatta bu
kadar incinmeseydim, yaralanmasaydım da bütün bu kitaplar çıkmamış olsaydı,
evimde, bahçemde çay demleyip denizin ve aşkın tadını çıkarsaydım dediğin
zamanlar oluyor mu? Sonsuz mutlu olmaya "yazı"yı değişir misin
başka bir deyişle?
Yazıyı sadece sonsuz mutlu olmaya değil, sonsuzluğa
bile değişmem. Ne yaşadığım, ne de yazdığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım.
Yazdıklarım aşkın bende kalan izleri, bana ait, benim sakladığım gerçekler...
Zaten hep güzel aşklar yaşadım, güzel olmasalar ayrılıklar da bu kadar yaralayıcı
olmazdı sanırım. Uğruna şiirler, kitaplar yazdığım biri bugün hayatına hiç
yaralanmamış gibi devam ediyor olabilir. Sadece yazılanları değil, hiç yazılmamışları
da unutmuş olabilir hatta... Ama ben en çok kendine yalan söyleyen insanlardan
korkuyorum... Kendi masalına küsenlerden, iyileşmiş gibi yapanlardan...
Masallarımdaki kahramanlarla bir daha bir yerlerde hiç karşılaşmadım. Dünya
küçük bir yer belki ama aşkın hafızası da adaletli diyorum...
Kitaplarına, kelimelerine ve bizzat yakinen sende tanık
olduklarıma baktığımda, bu çocuğun böyle bir dünyada işi çok zor diye düşünüyorum. Her şeyin bu
kadar hızlı tüketildiği, kimsenin hiçbir şey için geri dönüp bakmadığı,
kalplerinin aşk tutmadığı, kirlendiği bir dünyaya bu kadar nezaketli, zarif ve
ince yaklaşmak, daha çok yormuyor mu seni? Zorlanıyor musun devam ederken?
Aşka dokunan birinin ellerinin maharetli olması
gerektiğine inanıyorum ben... Kalbinin kırılgan, teninin çekingen, inceliğinin
doğurgan olması gerektiğine de... Başka türlü kurulan ilişkileri ve yakınlıkları
inandırıcı bulmuyorum. Zorlayıcı ve yorucu olduğu doğru, belki de kimileri sırf
bu yüzden kolay tarafıyla ilgileniyor aşkın... Ama aşkın kimseyi fedakarlık
yapmadan mutlu etme sözü yok... Ben kendime hep aşkı yakıştırdım, aşka doğru
insanları yakıştıramamış olabilirim en fazla...
SON KİTABI
"YARIM"LA İLGİLİ:
Son kitabın "Yarım" bütün "yarım"
kalmış aşklara hüzünlü bir saygı duruşu gibi. Aşk yarım kalınca, çok daha derin
izler bırakıyor değil mi?
Bir aşk yarım kalınca en çok "yaşanmamış olasılıklar"
incitiyor insanı. Denenmemişler, vakit bulunamamışlar, akla gelmemişler,
söylenmeyip dudakta kalmışlar... Unutmak böyle durumlarda daha zor. Çözülmemiş
bir problemin çözülmediği için hep kafa kurcalaması gibi. Mutlaka ara sıra aklınıza
gelip kendini size hatırlatacak bir hatıra oluyor aşk yarım kalırsa. Bir şarkıyla,
bir cümleyle ortaya çıkmaya ve aynı soruları yeniden sordurmaya hep hazır...
"Yarım"
kalan bir aşkın tamiri var mı?
Yarım kalan bir aşkın tamiri yok, hep bir zalimi
var...
Senin "yarım"
kalmış hikâyelerin var mı aşkta?
İki yarım kalmış hikâyem var ve ikisi bir bütün bile
etmiyor düşündüğümde... Bazı anılarla karşı karşıya geldiğinde, ne boğmak ne
kucaklamak, ikisi için de boynuna sarılamazsın ya, işte öyle...
Bir aşk neden yarım kalır sence? Senin yaşadıkların
neden yarım kalmıştı?
Bir aşkı tamamlamaya gücü olmayıp, bir ayrılığı taşımaya
gücü olan herkesin ortak yalanıdır sırtını dönüp gitmek. Benimkisi de kimseden
farklı değil, kalbini emanet ettiğin birinin iki kalple daha mutlu olduğunu
hissedip sonra kendi kalbiyle bile mutlu olamadığını anlaması arasında geçen
zaman "yarım kalmış aşk"...
Senin aşk tarihinde "aşk"ı beceremeyen, bir
hikâyeyi
sürdüremeyen hep karşı taraf mı oldu?
Aşkı "beceren" hep karşı taraf oldu, ben de
bir hikâyeyi bu kadar değersiz sürdüremeyen taraf...
Peki ya "aşk"ı öğrenmek, güzel âşık olmak, hep güzel bir
sevgili olmak diye bir şey var mı? Yoksa "aşk" hiç belli olmaz mı?
Yani bir ilişkide dünyanın en iyi sevgilisiyken, bir sonrakinde en kötüsü
olabilir mi insan?
Hep güzel bir sevgili olmak mümkün olmayabilir ama
"güzel bir âşık" olmanın pek değişebilir olduğunu düşünmüyorum. Güzel
âşık olursanız, yaşadığınız aşk da güzelleşir kendiliğinden. Karşı tarafın aşkla
hayatını ne kadar doldurabildiğiyle, adanmışlığıyla ilgili bir şey bu bence.
Bazısı aşkla güzelleşir, bazısı aşkla doyar, bazısı aşkla sadece bir âşık
olabilir en fazla...
Yine yazdığın gibi hep "sesli" başlayıp
"sessiz" biten bir şey mi aşk? Başka türlü olma ihtimali yok mu?
Sesli başladığı doğru, çünkü heves suskun kalamaz.
Sessiz bitmesinin nedeniyse, sessizliğin en kolay çıkarılabilen ses olması. Hiç
çaba harcamadan, kaçarken bir mektup bırakır gibi... "Ben söyleyemedim
utancımdan ama küçük bir not yazdım" demek gibi... Kaleme ve bir parça kağıda
bile sessizlikle ihanet etmek mümkün yani...
Sen "aşk"ı en güzel anlatan adamsın bana
göre. Tekrar tekrar, yeniden ama yeniden bambaşka kelimelerle. Senin "aşk"tan
başka mucizen yok mu Emre?
Teşekkür ederim, umarım bir gün en güzel anlayan adam
da olurum yine "aşk" sayesinde. Anlamaya çalıştığım için kitaplar
dolusu yazdığım şey gerçekten benim tek mucizem. Aşk benim için yaşadığımız
hayatın iyileşme ihtimali. Her hissedilenin daha derin olma sözü... Mucizem,
çünkü peşine düştüğüm ve inandığım daha büyük bir gerçek yok...
Kitabın bir yerinde diyorsun ki "Artık dudaklarımız
birbirine değecekse, sana yolladığım eski bir mektubun zarfını yalayıp tekrar
kapatacaksın, başka şansın kalmadı"... Bu kadar keskin mi olur
sende bitişler? Asla bir ikinci şans olamaz mı? Bittiği zaman sonsuza dek biter
mi sende?
Bir mektup yollandığında, zarf açılıp okunmuşsa bir
kere ve cevap yazılmamışsa, ben daha sonra verilmiş hiçbir cevaba inanmam. İnsanı
heyecanlandıran, ateşleyen hiçbir şey başka bir zamanı kollamaz, bir diğer olasılığı
dinlemez. Aşkın yaşanılan her saniyesi o anlıktır. Değilse eğer, düşünme payı
varsa; son, başlangıçtan daha yakındır... Bu yüzden ikinci şanslara da inanmam,
ilk şansın kıymetini bilme taraftarıyım... Aşkta ilk şans ikinciyi yaratmaz ama
ikinci şans hep üçüncüyü hazırlamaya meyillidir...
Peki sana geri gelmek için elinden gelen herşeyi
yapsa, her türlü taklayı atsa, ne bileyim dünyayı yaksa yıksa da duvara mı
çarpar sende?
Elinden herşey gelen birinin elini hiç bırakmadım
hayatımda. Gözyaşıyla dünyayı karşımda yakıp yıkmış biri için, kendi sözümü
yemeye de kalktım aşk için... Ama aşk öyle sonradan üzerine giyebileceğin bir şey
değil, hamurunda yoksa gerçekten giyeceğin her şey büyük gelir. Bunu da gördüm.
Aşk için en iyisini yapacak, kalbinin sesiyle hareket edecek, onu kaybetmemek
için telaşlanacak kaç kişi kaldıysa, sadece onlara duvarım yok, büyük hürmetim
var...
Senin "aşk"ta
derdin ne?
Her şeyde olduğu gibi vicdan...
"Aşk"ın senle derdi ne peki Emre?
Vicdanımı sevmesi belki, inancımın gücünü bilmesi de
olabilir...
Seni okumak
"aşk"la hayatın neresinde durduğumuzu, "aşk"a ne kadar layık
kaldığımızı gösteren sert bir yüzleşme gibi. Sen öyle adanmışsın ki "aşk"a,
geride kalan bizlere bakıp ağlamak geliyor içimden. Kirlendiğimizi düşünüyorum.
"Aşk"ta yara açanlar, bu kirlilerin arasından mı çıkıyor hep Emre?
Aşkta yara açanlar kirlilerin arasından değil, aksine
masum olanların arasından çıkıyor hep... Çünkü hepimiz kendi katilimizi
masumlardan seçeriz aşkta. Hayal kırklığı, bizim masumlardan bir katil çıkarabilme
potansiyelimize olan kızgınlığımızdır belki de... Ben durduğum yere, aşka
ihanet etmemeye çalışıyorum sadece, teslim olacak kadar güvenebileceğim tek yer
burası...
"Aşk"ta herkes bir gün kendi
ihtilalini yapacaktır, diyorsun. Tam olarak neden söz ediyorsun?
Adaletten bahsediyorum, aşkta adaletten. Tüm adanmışların
kendi haklarını alacaklarına ve takılıp kaldıkları, yenilgi sandıkları
eskilerden, unutarak ve kendilerini daha çok severek galip çıkacaklarına inanıyorum.
Arkalarına bakacaklarına ama geri dönmeyeceklerine, verdikleri sözleri
tutacaklarına ama tutulmamış sözleri bir daha umursamayacaklarına, ayrılıkla ne
kadar yıkılırlarsa aşkla yeniden ayağa kalkacaklarına da inanıyorum...
Bundan sonra da
hep "aşk"ı mı yazacaksın? Senden sürpriz hikâyeler de bekleyelim mi?
Bir roman yazman konusunda ben dahil çevrenin yoğun
bir baskısı var sana. Ne kadar hazır hissediyorsun kendini roman yazmaya?
Roman yazmak başka bir donanım gerektiriyor, başka algı,
başka yoğunluk. Ayrıca uzun cümlelerin ve anlatımların adamı değilim sanırım.
Daha rafine bir yazım tarzım var. Kendimi roman yazmaya hazır ve yakın
hissedeceğim bir zamanım olmadı henüz. Hayranı olduğum yazar Jale Demirdöğen'in
yakında yayınlanacak yeni romanını da okuduktan sonra, bir romana kalkışmamamın
şimdilik doğru bir seçim olduğuna inanıyorum. Güzel romanlar okuyup, onlara
hayranlık duymak güzel şu an...
Yazıyla serüveninde en büyük destekçinin okurların
olduğunu biliyorum. Onlarla çok özel bir bağ var aranızda. Onların senin hayatındaki
yerinden söz eder misin?
Benim için her okuyucum, cümleler aracılığıyla kurmuş
olduğum sihirli bir bağ. Onlarla yazışmak, tanışmak; en büyük meselemizde bu
kadar ortaklıklar bulmak büyük bir şans ve deneyim. Elimden o kadar güzel
tutuyorlar ki, ellerine sıkıca sarılmaktan gurur duyuyorum. Bir dinleyicinin
olmadığı yerde bir anlatıcı en fazla ne kadar değerli olabilir... Hepsine ayrı
ayrı teşekkür borçluyum...
Okurlarınla böylesine derin bir bağın varken, seni
nedense çok fazla ortalarda görmüyoruz. Geride durmak, senin tercihin mi?
Sanırım böylesinden memnunuz, ben de, okuyucularım
da... Birbirimiz için o kadar ön plandayken, başka bir yerde geri durmayı ya da
kalmayı önemsemiyorum hiç...
Okuyucularının genel
profili hakkında sen ne düşünüyorsun?
Aşkı hayatlarının önemli bir parçası haline getirmek
için çabalamış, yaralanmış ama kendi yaralarından ve onlardan bahsetmekten hiç
utanmamış aksine gurur duymuş bir topluluğuz sanırım... Geçmişte bırakıldığımıza
itirazımız var belki ama geçmişe dönmeye tenezzülümüz de yok... Okuyucularım
deyince, onları kendimden ayırmıyorum bu meselede. Bir "biz" olma
durumu söz konusu...
Yara açan da,
yaralanan da seni okuyor. Herkesin yolu yazılarında ya da bir cümlende mutlaka
bir kez daha kesişiyor. Sen bu karşılaşmaları nasıl karşılıyorsun peki?
Ben taraf tutmaya inanıyorum. Aşkta yara açanla,
yaralananı hiçbir zaman aynı kefeye koymam. Biri bunu hayatın en vicdansız köşesinden
ya da en anlamsız yerinden yapabilir ancak. Ağlatana, ağlayanla aynı cümlelerde
üzülme lüksü tanımıyorum. Beni okuyanlar için de farklı bir şey söylemem.
Birini üzen, zamanı gelince başka biri tarafından üzülüyorsa, kendi adaleti
için sevinsin, karşı tarafa geçmeye kalkışmasın bence. Herkes kendine layık
bularak kendi eliyle yarattığı köşeyi sevsin, ve bir başkası tarafından
kucaklanmayacağı tarafı heves etmesin...
Her önüne
gelenin kitap yazdığı ve bu kitapların dünyanın en kıymetli şeyleriymiş gibi
pazarlandığı bir devirde, sen daha önde olmayı hak etmiyor musun sence? Neden
bu kadar sessiz kalıyorsun? Sen de bu pazarlama tekniklerinin hepsini
kullanabilirsin aslında...
Ben edebiyatın bir pazarlama değil paylaşma alanı olduğunu
düşünüyorum. Buna kalpten inanıyorum. Yazar ve okur arasında bire bir duygu
paylaşımıdır kitaplar. Daha önde olmak fikri bir yazarın kalbinde yazdıklarından
daha önde olduğunda, her şey büyüsünü ve sahiciliğini yitiriyor diye düşünüyorum.
Ben burada ve arkada kendi sevenlerimle mutluyum gerçekten...
Edebiyat dünyası ne
durumda, şimdi için ve gelecek için fikirlerin ve beklentilerin neler?
Genç ve yeni yazarlar için kaygan ve zor bir zemin hazırladılar
elbirliğiyle... Bahsettiğim büyük yayınevleri, tanınmış yazarlar ve edebiyat
dünyasının köşelerini tutmuş insanlar. Herkes kendi sevdikleriyle, eski dostlarıyla
ya da kazanç getirenle ilgileniyor. Diğerlerine şans tanımak gibi bir düşünceleri
ve hisleri yok. Ancak iyi yazan hiç kimseyi engelleyemeyeceklerine de kalpten
inanıyorum. Geçmişte engellenemediği gibi gelecekte de engelleyemeyecekler...
Edebiyatı bir hırs platformu bir şan şöhret arenası gibi gören kimseyi ciddiye
almıyorum. Eskiden sevilen yazarlar vardı, şimdi sadece sevilen kitaplar var.
Kendi mutsuzluklarını da kendileri yarattılar yani...
Son sorum: Sana bu kitapları yazdıranlara dönüp bir şey söylemek ister misin?
İyi ki varlardı ve iyi ki yoklar!...
KENDİ CÜMLELERİYLE KİTAPLARI:
HER AŞK BİRAZ KENDİNİN KATİLİDİR:
Her ses yankısıyla büyür ve her söz kendi gerçeğiyle çıplaktır...
ALÇI:
Her kırık bir
alçıyla düzelirken, alçı hangi kırıkla üzülür...
SESSİZ DÜET SİLAHSIZ DÜELLO:
Aşkta davet ettiğiniz yere kimse gelmiyorsa, davet edilmediğiniz yere
son sözü söylemek için kendi sözcüklerinizle siz gidin...
KİR:
Suya güvenmek
ve bir yağmura inanmaktır kurtuluş, kalbinizi yakan alev bir türlü
söndürülemiyorsa...
YARIM:
Yarım bırakanların elinde, yarım bıraktıklarından fazlası yok. Artık kendileri
için de üzülebilirler...
Suat Kavukluoğlu / Ağustos 2010
Etiketler:
Alçı
,
Edebiyat
,
Emre Kalcı
,
Her Aşk Biraz Kendinin Katilidir
,
kir
,
MedyaTava
,
röportaj
,
Sessiz Düet Silahsız Düello
,
Suat Kavukluoğlu
,
Yarım
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)