22 Ekim 2013 Salı

Tutkuyla Tanışmak... Frida Kahlo...





Uzun zamandır sosyal paylaşım sitelerinde, ünlü ressam Frida Kahlo'nun Diego'ya yazdığı "senden ne zaman vazgeçtim" adlı mektubu dolaşıyor... Okuyup okuyup geçiyorum... Benim için bu mektup bile bir tutkunun, bir vazgeçememe hikâyesinin dışa vurumu çünkü... Aynı şekilde "Hayatta başıma iki korkunç kaza geldi, biri otobüs kazası diğeri Diego !" derken de; acının, yaşamının en zor ama en vazgeçilmez duygusu olduğunun altını çiziyordu belki de Frida...

Resimlerine ilk kez bakan insanların bile, sayfalarca yazılarak ifade edilebilecek duyguların, bir fırçayla nasıl hayat bulduğuna dair şaşkınlıklarını gördüğümde, gerçeğin insan hayatındaki kesin gücüne şahit olurum hep. Frida'nın resimlerinde gerçek acı vardır, rengârenk ama hep hüzünlü... Siyahla tanımlanabilecek her duygunun yerini renklerle değiştirmiş, acıyla başa çıkmanın bir başka yolunu keşfetmiştir sanatında... Hüzünlüdür ama asla acısı bulaşmaz... En ağır sancılarını seyrettiğimiz resimlerinde bile sert ama kırılgandır. Hayatındaki derin acıları, duygu sömürüsü yapmadan resmedebilmiştir... Güçlüdür ve yalnızdır...

Küçük yaşlardan itibaren takıntılı olduğu Diego ile evlenip, hayatını, onun kendisine yaşattığı acılarla donatmış; bu onun hem hayatının hem de sanatının ilginç bir şekilde enerjisi ve itekleyicisi haline gelmiştir. Kendisini, ablasıyla bile aldatan kocasını affedebilmesi ve tüm sadakatsizliğini sineye çekmek bir yana adeta bağrına basması, onun bu ilişkideki tutkusunun diğer her duygunun üzerine çıktığının kanıtı sayılabilir. Bu yüzdendir ki aşk'ın hastalıklı halini sevenler için yaşadığı fırtınalı ilişkinin tutkusu her zaman ilgi çekmeye devam etmiştir.






Ressam, feminist, devrimci, cesur, hırslı, âşık, sıradışı bu kadının ve özel dünyasının daha çok sanatsever tarafından keşfedilmesi bir başka asi sanatçının, Madonna'nın sayesindedir. Madonna, Frida koleksiyonu yaptığını basına açıkladıktan ve her fırsatta Frida hayranlığından bahsettikten sonra, eserlerinin merak edeni çoğalmış ve nihayetinde popüler kültür, sanat adına hayırlı bir işe de vesile olmuştur... Hayatta ve sanatta hiçbir değerin üzeri sonsuza dek örtülemez, bu nedenle zamanı geldiğinde Frida efsanesi de engellenemez şekilde kendi yerini bulmuştur...

...

Neden mi bahsettim Frida'dan? Bir önceki yazımda "ne duyarsanız hayatınız değişir" diye sormuştum ya, benim için cevaplardan biridir ilk kez ve yakından Frida tablolarını görebileceğim haberi... Geçen sene, sadece Diego Riviera sergisinin ülkemize geleceği söylentisi bile heyecan yaratmışken, hem Diego hem de Frida'nın orijinal tablolarını görme şansı yeni yıla girerken en güzel hediyelerden biri olacak bana. Natasha&Jacques Gelman koleksiyonunda yer alan eserleriyle İstanbul'a geliyor Frida... Tuvale dokunuş anlarını hayal edebileceğimiz, fırçasındaki boyanın kokusunu duyabileceğimiz kadar yakınımıza hem de...

Otoportre deyince, resim sanatına adını altın harflerle yazdırmış Frida'nın yaşam öyküsü ve acılarını işlediği tabloları kaç kişinin dünyaya bakışına ve eserlerine ilham oldu diye düşünüyorum bazen... Alçı adlı kitabımın her dokunduğumda bana en çok kimi hatırlattığını, aşkın hayattaki yerini... İnsanın ne için değil, ne uğruna yaşadığını da düşünüyorum bazen onun tablolarına baktığımda...

Aşk ve acı birleşirse bir sanatçıyı nereye taşır sorusunun en kesin cevabıdır Frida... Acıyı, çekici ve imrenilir kılan tek sanatçıdır da bence...
Ve tarihin, gönülden bağlandığımız insanları nasıl yazdığından çok, onların bizim tarihimizi nasıl yazdıklarını önemsiyorum galiba...

Sergi 22 Aralık- 20 Mart tarihleri arasında Pera Müzesi'nde...


Tutku ayağımıza kadar gelmişken, kapısında buluşalım mı?




arşiv / Ocak 2011

Deli Bal - Pelin Buzluk




Bir yazar olarak da, iyi bir okuyucu olarak da ülkemizdeki edebiyat sistemine ve bu sistemin kriterlerine göre dağıtılan ödüllere hiçbir zaman ikna olmadım. Bu yüzden benim için yazarların da, okuyucuların da bağımsız olanı makbul. Beğenilmek için belli bir çevreye yakın durup onlarla hareket edenleri yazardan, sadece raflarda göz hizasına dizildiği için kitap alanları ve tüm ilgi alanı çok satarlardan oluşanları da okuyucudan saymam pek.

Edebiyat dünyasına hizmet eden, söyledikleri önemli sayılan insanlarla sohbet ettiğimde hep aynı soruyu sorarım. "Son otuz senedir keşfe değer bir tane bile genç yazar yok mu? Sırf yazdıkları değerli diye söz hakkı ve şans verebileceğiniz?" Cevap hep aynı... "Yok!" Roman, öykü ve şiir ödülü kazanmış kitaplardan ve yazarlardan uzak durmamızı öğütler gibidirler bu yüzden...
"Biz ödül verdik ama siz okuyup beğenin diye değil, kendi kutsal nedenlerimiz var."

Ama bazen olur işte...
Eliniz bir kitaba gider, göz hizasından uzak bir yerden çekip çıkardığınız kitabı bir daha yerine bırakamazsınız. Kapağında fark ettiğiniz ödülüne rağmen bir yakınlık kurarsınız. İyi ki yapmışım, iyi ki "Deli Bal" adlı kitabı bu sistemin geleneksel öğretisine kurban etmemişim...

Pelin Buzluk '84 doğumlu, çevre mühendisi genç bir yazar. En baştan söylemek isterim ki, bugüne kadar okuduğum öykü türünde kitapların en iyilerinden. Hatta "öykücü" payesi verilip, adı öyküyle birlikte anılan bir çok yazardan da çok daha iyi...
Düş dünyası, anlatımı, kurduğu cümleler kendine özgü ve edebi anlamda değerli... Kitaptaki on öykünün hepsi de birbirinden ayırt edilemeyecek kadar  güzel ve özenli...

"62 Tavşanı"ndaki baba duygusu, "Kafes"teki yaratıcılığı, "Göz Hareketleri"ndeki sert ama duygusal eleştirisi öyle başarılı ki... "Aynanın Sonu" tüm yazarların ve yazar adaylarının okuması gereken heyecan verici bir öykü mesela...

Çok uzun zamandır bir öykü kitabından bu kadar haz aldığımı hatırlamıyorum. Zorlama yazılmış ve hiçbir anlamı olmayan, buna rağmen göklere çıkarılan onca kitapla sürüklendikten sonra "Deli Bal" zarif ve okuyucuya da kendisini değerli hissettiren bir kitap...


Edebiyata bu kadar yakın atan bir kalbi tanımak bir şanstır diyorum. Mutlaka okuyun!

Emre Kalcı - Serra Yılmaz / "Nar" Gösterime Girerken...






Emre Kalcı: Senaryoları saymazsak Ümit Ünal yönetiminde yer aldığınız üçüncü film. Bir oyuncu olarak sizce Nar’ın, Ses’ten ve Dokuz’dan farkı nedir?

Serra Yılmaz: Aslında Dokuz, Ara ve Nar bir çeşit üçleme. Üç film de, tek mekânda geçiyor. Nar'da olayın çoğunlukla cereyan ettiği yer bir evin salonu, olaylar iki saat süreyle tek mekanda anlatılıyor. O anlamda Dokuz ile benzerliği var ama farklı bir konu tabii.

Emre Kalcı: Fragmanları izledim, Sultan Mutfakta adında bir projeniz vardı.Onunla bir ilgisi var mı Nar'ın?

Serra Yılmaz: Sultan Mutfakta ile bir alakası yok. O, değerli bir projemiz olarak duruyor. Prodüksiyon sorununu halledebilsek hâlâ çekmek istediğimiz bir yapım.

Emre Kalcı: İngiltere'de çekilecekti değil mi?

Serra Yılmaz: Bazı sahnelerinin İngiltere'de çekilmesi düşünülüyordu, orada üç günlük bir çekim istiyor ancak onları üstlenebilecek bir prodüktör yok, olsa zaten şimdiye kadar çekilmişti.

Emre Kalcı: Nar 23 Aralık’ta vizyona girdi. Sizce bu filmin teması nedir?

Serra Yılmaz: Adalet arayışı... Benim canlandırdığım Asuman karakteri hayatında vuku bulmuş bir adaletsizliğin olduğuna inanıyor ve bu adaletsizliği bir biçimde telafi etmek için bir girişimde bulunuyor. Herhangi bir intikam ya da kin gütmek gibi bir duygusu yok. Kötü bir kadın değil, aksine gariban bir kadın ve çok çekmiş hayatta, onun için inancını da yitirmiş. Benim çok sempatik bulduğum bir karakter, severek oynadım. Ayrıca ülkemizin gündeminde adalet arayışının ve vuku bulmayan adaletin, cezasız kalan suçun gerçekten çok önemli bir gündem maddesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hukukun bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü konusunda daha çok fırın ekmek yemesi gerekir bu ülkenin. Her gün tersine işleyen bir adaletin örneklerini görüyoruz. Dolayısıyla bence çok önemli bir temaya dokunuyor. Suçun cezasız kaldığı duygusu toplumu giderek linç toplumu olmaya itiyor. "Nasıl olsa mahkeme bunu cezalandırmayacak, biz görelim bunun hesabını" duygusunu tetikliyor, ki bu çok tehlikeli. 

Emre Kalcı: Çoğunluğun favorisi iken Nar’a verilen ve çok tartışılan ödül hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Serra Yılmaz: Her jüri, kendi kültürü, kendi anlayışı ve onun boyutları ölçüsünde ödül verebilir. Bu jürinin de bu kadarmış. Evet, Ümit'in bir haksızlık duygusu taşımasını çok iyi anlıyorum ama çok fazla da üstünde durmamak lâzım. Bir film iyiyse bugün anlaşılmasa bile muhakkak zaman içerisinde anlaşılacaktır. Anayurt Oteli de gösterime çıktığında seyircisi kaç kişiydi ki, ama bugün Türk sinema tarihinin en iyi on tane filminin içinde sayılıyor. 

Emre Kalcı: llar önce Teyzem filminde de Ümit Ünal ile çalışmıştınız. Ümit Ünal ismi size ne ifade ediyor?

Serra Yılmaz: Ümit Ünal ismi benim için öncelikle "çok iyi bir senaryocu"yu ifade ediyor. Ülkemizdeki çekilen filmlerde senaryo zafiyeti var. Çok iyi bir senaryo, çok iyi bir filmin ilk adımı. Bu yüzden Ümit Ünal benim için çok iyi bir senarist ve kendini her geçen gün geliştiren bir yönetmen. Anlat İstanbul, Ses, Gölgesizler gibi filmlerini de çok başarılı buluyorum. Hele ki Gölgesizler filmi... Bir kitabı sinemaya uyarlamak çok zor bir iştir ve Ümit Ünal bunu başarıyla gerçekleştirdi.


Emre Kalcı: İtalya ve Fransa gibi ülkelerde de oyunculuk yaptınız. Gişe filmleri dışında kalan filmler için Türk seyircisi ile oralardaki seyircileri kıyaslayabilir misiniz?

Serra Yılmaz: Fransa'da gerçek bir sinema seyircisi var. Mesela Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinin Fransa'da çok sevilmesi bir tesadüf değil. İstanbul'da kaçırdığım Bir Zamanlar Anadolu'da filmini Paris'te seyretmek istedim ve gittiğimde salon doluydu. Sinemada film izleme alışkanlığı Fransa'da çok yüksek ama İtalya'da daha düşük. Paris'teki talep çok farklı Roma'dakinden... 

Emre Kalcı: Bu farkları gözlemlemiş birisi olarak, sizce Türk sineması nasıl bir dönüşüm içerisine girerse uluslararası alanda başarı sağlayabilir?

Serra Yılmaz: Uluslararası bir başarı diye ölçüt koymamak gerek bence. Neden dersen de, zaten uluslararası platformlarda işler başka türlü işliyor. Bu tür bir istek içerisine girildiği an prodüktörler devreye giriyor ve onların ağırlıkları ortaya çıkıyor. Buna da lobi diyorlar. Mesela Oscar tamamen böyle işliyor. Nuri Bilge Ceylan için de Oscar lobisine başlıyorlar. Ama bazı yerler de var ki; mesela ben bu sene Venedik Film Festivali'nde ilk eser jürisindeydim, o büyük prodüksiyon şirketlerinin itiş kakışları arasında başka iyi filmlere de rastlamak mümkün. Zaman zaman görüyoruz ki, bazı filmleri de müsama göstererek değerlendirmeye alıyorlar...

Emre Kalcı: İtalya’da Son Harem’i oynadınız. Sizin varlığınızın oyunu güçlü kıldığı yazıldı. Peki, hiç Türkiye’de oynanması düşünülmedi mi?

Serra Yılmaz:şünülmedi. Birkaç kez Adana'da oynandı. İstanbul'da ve Ankara'da da birer kez oynandı. Harem bence yabancı seyirci için daha cazip bir oyun. Bilmedikleri bir kültürü anlattığı için daha büyülü bir havası var onlara. Her ne kadar ikinci yarısı Nazlı Eray'ın öykülerinden oluşuyor olsa da... Floransa'da özel bir sevgi var bu oyuna, üç dört defa seyreden bile var. Sekizinci yılımızı da bu sene oynayacağız. 

Emre Kalcı: Kariyeriniz boyunca hangi film dönüm noktanız oldu? Ayrıca hangi rolünüz için ‘’benim rolüm’’ diyebilirsiniz?

Serra Yılmaz: Tabii ki de benim için dönüm noktası olan film Anayurt Oteli. Çünkü gerçek anlamda bu film ile tanındım. Benim rolüm diyebileceğim ise bütün rollerimdir. Hepsini severek ve isteyerek oynadım. Zaten kariyerimde sevmediğim, beğenmediğim bir rolü de hiç canlandırmadım. 

Emre Kalcı: Bir filmde yer almanız için sizi heveslendiren nedir?

Serra Yılmaz: İlk heveslendiren şey senaryo ve yönetmen...

Emre Kalcı: Küçük yaşlardan beri oyunculuk yaptınız. Oyunculuk tutkusu olan biri neden psikoloji okumaya yönelir?

Serra Yılmaz: Psikoloji okumam tamamen bir rastlantı. Ben  üniversite puanım yüksek olsun diye fen bölümünde okuyordum. Fen'de okurken de birden psikoloji dersi başladı. İnsan 16-17 yaşlarında Freud, Young gibi isimlerle karşılaşınca cazip geliyor. Daha sonra da Fransız hükümetinden kazandığım burs psikiyatri için yeterli olmayınca psikolojiye yöneldim. İlerleyen zamanlarla da bunu bir meslek olarak yapamayacağımı anladım ama bırakamadım, bırakırsam eğer bursum kesilecekti ve ben de okuyormuş gibi yaptım.

Emre Kalcı: Yemek programınız ve son reklam filminizle birlikte yeteneklerinizden birisi daha gün yüzüne çıkmış oldu.  Yemek yapmak sizin için ne ifade ediyor?

Serra Yılmaz: Yemek yapmak benim için arkadaşlarımla bir şeyler paylaşmak. Cömert bir jest... ve ben sadece sevdiklerim için yemek yaparım.

Emre Kalcı: Aktivist kimliğiniz, ülkemizin sanat ortamında önemli bir boşluğu dolduruyor. Entelektüel kesmin suskun tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Serra Yılmaz: Bizim ülkemizde büyük bir suskunluk ve sinmişlik var. İnsanlar pısırıklaştırılmaya doğru itiliyor. Bunu da asla küçümseyerek söylemiyorum. Baksanıza çocuk puşi taktı diye hapse attılar. Öteki saçını kesti diye cezalandırdılar. Onun için insanların içinde bulundukları durumlar anlaşılır ve hak verilir şeyler. Çünkü insanoğlu hayatını keyifli bir biçimde sürdürmek ister. Bugün bana da söylesen, hadi gel yürüyüşe katılalım polis engel koyacakmış, tutuklayacakmış desen, gelmem. Bizim öyle güçlü mücadele geleneğimiz yok. Bakın 1 Mayıs 1977'yi düşünün mesela. Sabah saat 8 gibi Beşiktaş Barbaros Bulvarı üzerinde beklemeye başladık Dostlar Tiyatrosu olarak ve akşamüstü yürüyebildik Taksim'e. Dolayısıyla o protesto ruhunun yavaş yavaş yeşermeye başladığı o dönemde seksen darbesi oldu ve darbe hayatımızı alt üst etti. Onun için mutlaka hesabının sorulması gerektiğini de düşünüyorum. Çünkü bu ülkede yapılanlar hep kâr kalıyor. Bu düzenin mutlaka değişmesi lâzım. Neticede görüyoruz ki büyük demokrasi vaatleriyle göz boyayanların o vaatleri yerine getirmek gibi bir dertleri yok.

Emre Kalcı: Bu ortamdan dolayı sanat dünyasının bir misyonu olmamalı mı?

Serra Yılmaz: Bir misyonunun olması gerektiğini düşünüyorum. Fakat bunun, bir geleneğinin olmamasından kaynaklanan bir atalet olduğunu da düşünüyorum. 

Emre Kalcı: Peki, Aşk?

Serra Yılmaz: Aşkın yeri çok önemli. Bence aşkın önemi, aşkın yeri ve aşkın enerjisi çok şeyi belirliyor. Ve aşk, her şeyin önüne geçmeli...
Geçen gün birisi bana twitter'dan soruyor: ''ilk bakışta aşka inanır mısınız?'' Dedim ki: ‘’Aşkın her türüne inanırım ben.’’ Öyle bir kuralı yok ki aşkın. :)

Emre Kalcı: Dopdolu bir hayat yaşıyorsunuz. Bu renkli hayatınızda pişmanlığa yer var mı?

Serra Yılmaz: Müziği daha iyi bilmemek ve bir enstrüman çalamamak.



BU MU, ŞU MU?

İtalya mı, Fransa mı?
-İkisi de

Aşk mı, hayat mı?  
- Biri diğeri olmadan olmaz , her ikisi de

Şarap mı, kahve mi?
-Kahve

Komedi mi, dram mı?
-İkisi de

Para mı, kariyer mi?
-Kariyer.

Pembe mi, mavi mi?
–Mavi.

Okumak mı, dinlemek mi?
-Okumak.

Alkış mı, ödül mü?
-Alkış.

Mozart mı, Beethoven mı?
-İkisi de

Plan mı sürpriz mi?
-Sürpriz.

Portakallı biberli köfte mi, kuzu kol sarma mı?
-Kuzu kol sarma




 Fotoğraf: Fatih Metin Demirkol



21 Ekim 2013 Pazartesi

Emre Kalcı - Meltem Taşkıran / Egoist On Röportajı...

Egoist grubu "Artık Yeter" adlı albümden tam on sene sonra, daha özel, daha kendilerini anlatan ve daha iddialı bir albümle yola devam ediyor... "Egoist-On"da, istediği müziği yapabilme lüksüne sahip müzisyenlerden, özgür soundu ve nefis düzenlemeleri olan alternatif şarkılar dinlerken; piyasadaki "aynılık" içinde farklı olanı keşfetmenin keyfine varacaksınız. Grubun kurucularından ve aynı zamanda solisti olan Meltem Taşkıran'la solo kariyeri, Egoist grubunun gelişimi ve yeni albümleri "EgositOn" hakkında konuştuk...







-Biz İnsanların Beğenisine Göre Hareket Eden Bir Grup Değiliz-


Egoist nasıl başladı, neden Meltem solo albümden vazgeçip bir grubun sesi oldu?

"Mavi Boncuk" adlı solo albümümün çıkışından 15 gün sonra şirketin batmasıyla, yeniden çıkarabilmek amacıyla, elimizde albüm, Eser'le tekrar yollara düştük. Çünkü o zamanki şirketim (Nazan Öncel'in şirketi Naz Müzik) tarafından yapılan büyük bir haksızlık vardı ortada. Daha doğrusu kasti bir bilgilendirmeme... Sonra biz Raks şirketiyle görüştük. Bize istediğimiz müziği yapabileceğimizi, piyasa kaygısı gütmeden rahatça çalışabileceğimizi söyleyip; her türlü imkânı sağlayacaklarının sözünü verdiler.... Bu hayatımızda karşılaştığımız en güzel teklifti. Ardından anlaştık ve Egoist albümünün hazırlıklarına başladık. O gün ben solo albümü bir kenara bıraktım ve Egoist'in vokali Meltem Taşkıran olarak yoluma devam ettim...

Peki yeni bir solo albüm yapma fikrin var mı?

Evet hep var böyle bir fikrim, hatta hazırlıklarım bile var...


97'de çok iyi bir çıkıştı "Artık Yeter" adlı albümünüz, üç sene sonra "Egoist 2" geldi. Sözler derinleşti, biraz daha felsefi yaklaştınız. "Eyvah" ve "Gözü Kara" gibi harika şarkılar çıktı. Sonuçta grup çizgisini korudu. İkinci albümdeki fark albüm kapağında kendini ele verdi. Kardeşlerden oluşan iki kişilik bir grup izlenimi doğdu, ne dersin?


Doğru. O albümde Egoist'i iki kişiye indirdik. Çünkü birinci albümde bazı rahatsızlıklar vardı grupla ilgili. Raks bize el verince o grubu heyecanla ve çok çabuk kurmuştuk. Sonra bir takım gereksiz şeyler oldu aramızda ve grubu dağıtmak zorunda kaldık. Biz Eser'le ikimiz devam ettik ikinci albümde ama o albümde de Türkiye'nin en önemli müzisyenleriyle çalıştık. Akın Eldes'ten, Mustafa Kos'a, Levent Altındağ'dan, Güray Hafiftaş'a, Vecihi Akın'a, Hakan Çimenot'a ve hatta Devlet Senfoni Orkestrası'na kadar çok önemli müzisyenler ve topluluklar eşlik etti bize. İsimli ya da isimsiz olsun biz her zaman bir grupla çalışıyoruz. Egoist albümleri her zaman bir grup çalışması oluyor diyebilirim. Yeni albümde ise ben, Eser, Arif Deniz Toker, Fırat Çavaş ve Turgay Gülaydın'dan oluşan yeni grupla devam ediyoruz yola...


Meltem, kardeşinle birlikte çalışıyorsun, bunun müziğine ve gruba etkilerinden bahseder misin?

Çalışırken kardeşlik kısmını hiç olaya katmıyoruz, hatta birbirimize karşı en kırıcı ikimiziz grupta. Doğruyu bulmak için tartışırız, grubun içinde diğer müzisyenlere karşı birlik olma durumumuz da yok. Hatta bir tartışma olunca grubun bir kısmı Eser'in, bir kısmı benim tarafımda oluyor. Kardeşlik eve gidince kaldığı yerden devam eden bir durum sadece.


Müzik sektörü uzun zamandır bu haldeyken tarzınızı ve tavrınızı bozmama cesaretinizi neye bağlıyorsunuz?

Bizim grup olarak bir çizgimiz var ve müzik sektörü çok parlakken de, hiç parlak değilken de o çizgide devam ediyoruz. Müzik sektörünün durumuna göre hareket eden bir grup değiliz gerçekten. İnsanların beğenisine göre de hareket etmiyoruz. Türkiye'deki birçok rock grubu  insanların beğenisine göre hareket ediyor , popçular da öyle... Herhangi bir şey tuttuğu zaman "hadi onun aynısından yapalım" durumu söz konusu. Bizim böyle bir niyetimiz yok, insanların duygularını kullanmak istemiyoruz. Ne hissedersek onu yapıyoruz. Bu albüm diğerlerine göre daha funk bir albüm mesela. Pek sallamıyoruz müziğin samimiyetini engelleyen şartları..


İlk albüme hep "başkaldırış" dedim ben, ikincisine "kabullenme", peki üçüncüsü ne sizce? Deneyim olabilir mi?

Güzel ve doğru saptamalar, belki üçüncü albüme bir de "kendine dönmek" eklemesi yapabiliriz. Bu albümde çok kendimize döndük...


Yedi yıl aradan sonra yeni albümün "Egoist On" adıyla çıkmasının esprisi nedir,  on bir parçanın onu Egoist şarkısı diye mi?

Albümdeki on bir parçanın, onu Egoist parçası doğru, ayrıca Egoist'in onuncu yılı, şirketimizin adı "on-air", İngilizce'de Egoist-On (Egoist çalıyor) anlamı da var. Birçok on bir araya gelince biz de albüme "On" adını verdik.


11. parçaya gelirsek.. Bir cover mı okumak istediniz, yoksa "Islak Islak" yorumunun özel bir anlamı mı var?

Daha önce cover şarkı yapmadık ve onaylamıyoruz da pek, ucuz bir yöntem olarak görüyoruz. Cem Abi'nin, Eser'in de, benim de hayatımızda çok önemli bir yeri var. Bizi keşfeden kişidir kendisi ve çok büyük müzisyendir. Bir gün, ona sürpriz yapalım diyerek, Islak Islak adlı şarkısını kaydettik. Sonra Cem Abi'yi çağırdık. Şarkıyı önce vokali kapatarak dinlettik, altyapıyı çok beğendi. Sonra vokali açınca ve benim sesimden dinleyince durdu ve beni çok onore ederek "sürerim buluttan kısmını benden daha iyi söylemişsin" diyerek gülmeye başladı. Hep beraber eğlendik, harika bir gündü. Birlikte geçirdiğimiz son gündü ayrıca. Bu parçayı beraber olup bir güzellik paylaşalım diye esprisine yapmışken, Cem Abi ölünce bu bize vasiyet oldu. Albüme almaya öyle karar verdik.



-Senfonik Konserlere Ben Çok İnanmıyorum-


Menfaat ilişkilerinden, insanların maskelerinden, yozlaşmadan bahsettiniz hep, hatta eğitim sistemimizi bile eleştirdiniz şarkılarınızda. Yaptığınız müziğe protest müzik diyebilir miyiz? Anadolu Rock'ta bir ısrarınız var mı?

Tabiiki protest müzik yapıyoruz. Üç albüm için de bunu söyleyebiliriz. Farklı tavırlarla söylenmiş aykırı sözler var. Mesela "Eyvah" en protest şarkıdır bence, en yumuşak gibi görünen ama en sert parçadır. Çünkü sertlik aslında davulla, basla, gitarla değil lafladır. Öyle bir laf söylersin ki, yıkarsın...


Egoist Türk müziğinde neyi temsil ediyor, hangi köşeyi?


Olmayan bir köşeyi temsil ediyor derim. Biz Eser'le çok küçük yaşta başladık müziğe, o dört yaşındaydı, ben altı. Biz lise çağlarında eline gitarı alıp "haydi, grup kuralım" diyen insanlar olmadık. Zaten dört yaşından beri grup müziği yapıyoruz ve konservatuvar eğitimliyiz. Bu yüzden bizim müziğe bakış açımız şu andaki rock gruplarının bakış açısından çok farklı. Klasik müzik üzerinden bakıyoruz, jazz ve funk gibi farklı yerlerden bakıyoruz. Farklı baktığımız için de rock arenasında da, pop arenasında da değiliz. Başka bir yerdeyiz, kendi yerimizde...


Zengin bir enstrüman kullanımı var albümlerde... Geçen albümde otantik ezgiler vardı ve hatta bu albümde oryantal ezgiler bile var. Grubun yaptığı müzikte tür kompleksi yok diye algılayabilir miyiz bunu? Bu kadar çeşitlilik soundunuzu nasıl etkiliyor?

Biz Türk Müziğini seviyoruz gerçekten. Eser hem klasik müzikçi, hem de aynı zamanda bir Türk Müziği âşığı. Dört sene Türk Müziği konservatuvarında eğitim de aldı. O yüzden Eser daha farklı bir boyuttan bakıyor müziğe, ben biraz daha batıcıyım mesela. Soundumuzu güzel etkilediğini düşünüyorum, çeşitlilik kattığına inanıyorum hatta biraz erotizm kattığına da... Türk müziğini seviyoruz, öyle komplekslerimiz yok.



Bu albümde yaptığınız şarkılardan en çok  hangisi için "bizi doğru temsil ediyor" diyebilirsin? Yapımcı ve piyasa faktörlerini de göz önüne alınca istediğiniz müziği yapabildiniz mi?


İstediğimiz müziği yaptık evet, her zaman yapıyoruz, çünkü kendimiz yapıyoruz. Yapımcıdan para alıp yapmıyoruz albümü, kendimiz yapıp yapımcıya teslim ediyoruz. Böyle bir stilimiz var. Bu yüzden yapımcının karışmadığı, kendimizi doğru ifade edebildiğimiz müziği özgürce yapabilme lüksümüz var. Albümde, seçmem gerekirse özellikle "Hasret" ve "Ben Kimim" adlı şarkıların bizi iyi temsil edebileceğini düşünüyorum..



İlk klip, çıkış parçanız olan "Hiçim"e geldi... Bu parçanın özelliği nedir?

"Hiçim" aslında tasavvufi bir parça, hiçlik, heplik anlamında orada. Her şeyim anlamında... Aşkta tasavvufi bir bakış açısıyla yaklaştım bu kez. Ben sözleri yazarken, aşk temasını çok derinine girmeden işlemeye çalışıyorum genelde, çünkü aşka inanmıyorum. Daha doğrusu aşkın anlatıldığı gibi bir duygu olduğuna inanmıyorum, anlatılmadığı gibi olduğuna inanıyorum. Çoğu kez aşk üzerine yazıp kendimle dalga geçiyorum sanırım...


"Sebebim Yok" adlı parçanızda düet için Harun Kolçak adının seçilmesinin nedeni nedir? Okumalardan sonra uyum hakkında ne düşünüyorsun?

Çok zor bir şarkıydı, biz Harun'dan önce başka birine, yine önemli bir şarkıcıya götürdük şarkıyı, dinledi ve bir ay boyunca cevap vermedi, veremedi... Ondan bir cevap alamayınca Eser'le konuştuk, buna en uygun kişinin Harun olduğuna karar verdik, çünkü zor bir parçaydı ve Harun zor işlerin altından kalkabilecek bir sesti. Harun'la konuştuk ve hemen evet dedi. Eser o sırada askerdeydi ve hatta Harun'un kaydını da ben yaptım. Geldi, bir şeyler içtik, okudu ve çıktı gitti. Çok da güzel okudu...


Yaylıları oldukça kullanıyorsunuz, düzenlemeleriniz bir harika... Bu senfonik konser furyası için, batı müziği hakkında yetkin bir kişi olarak ne söylemek istersin Meltem?

Senfonik müzik Türkiye'de şu anda yapılamıyor, ses sistemlerinin yetersiz olmasından dolayı yapılamıyor. Senfonik konserlere ben çok inanmıyorum. Enstrüman tonlayamıyorlar, tonlanamayınca da konserde o bütünlük sağlanamıyor, yabancı konserler gibi olmuyor. Bu yüzden biz konserlerimizde senfonik altyapı kullanmıyoruz.  Enstrümanı çaldırdıktan sonra onları tonlayabildiğimiz için sadece albümlerde bu altyapıyı kullanıyoruz. Sahnedeyken tonmaister kimse onlar yapıyor bu işi ve ne yazık ki yapamıyorlar. Kayıt olunca farklı durum ama canlı olunca olmuyor.


Egoist grubunun canlı performansı ve senin sesin için hep bir övgü vardır müzik piyasasında. Yeni niyetler var mı?

Kemancı'da konserlerimiz olacak, bunun dışında festivallere başlayacağız. Bu sene oldukça çok konser vermeyi düşünüyoruz bu albüm için...


İyi bir ses ve iyi bir müzisyen olarak bağımlılık ve alışkanlıklara karşı bir tavrın olduğunu biliyorum. Bu tavrın hakkında neler söylersin?

Bağımlı insanlardan büyük performanslar hiç duymadım bugüne kadar. Bence bir kişi şeker de dahil olmak üzere hiçbir şeye bağımlı olmamalı. Yani şekersiz çay içtiğinde yüzü buruşmamalı. Bağımlı olmak sizin ruhunuzun bir kısmını ona kilitliyor ve kilitlendiğinizde hiçbir zaman tam performans veremiyorsunuz. Bütün bağımlılar için bu böyle, sigara, içki, şeker, peynir bağımlısı, hiç fark etmez. Madonna'nın belgeselinde söylediği bir şey vardı, onu dinledikten sonra daha da takdir ettim. Dansçılar geliyor karşısına, harika dans ediyorlar; Madonna içlerinde bağımlılığı olan birileri olup olmadığını soruyor ve dürüstçe cevap vermelerini istiyor. Bir kaç kişi çekinerek elini kaldırınca onlara bu bağımlılıklardan uzak durmalarını istediğini söylüyor. Dansçılar nedenini merak ediyor. Madonna yanlış anlaşılmak istemediğini, kendilerine karışmadığını belirtiyor ve ekliyor: "Sadece bütün performansınızı istediğim için..."
Kimsenin hiçbir şeye bağımlı olmaması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden ben her bağımlılığımı yıkarım, bağlandığımı hissettiğim anda kopuyorum.


Türkiye'de müzik yapmanın ve müzisyen olmanın en büyük zorluğu nedir sence?

En büyük zorluğu bir yerlere gelebilmek. Ben çoğu kimsenin söylediği gibi kolay olduğunu düşünmüyorum çünkü... Herkesin ciddi ödünler verdiğine inanıyorum.
Prodüktöre , basına, hatta dinleyiciye boyun eğmeden bir yere gelmek çok zor. Benim kişisel olarak 15 senemi aldı bu konuma gelebilmek...


Dünyadan takip ettiğin ve yaptığı müziği yararlı ve yakın bulduğun birileri var mı?

Toto grubunu severim, Tina Turner'ı çok severim... Madonna'nın duruşunu beğeniyorum... Christina Aguilera'yı beğeniyorum. Maroon 5 grubunu da... Türkiye'den beğendiğim isimler var. Sezen Aksu'yu çok seviyorum, Kayahan'ı , Yaşar'ı, Harun'u, Özlem Tekin ve Şebnem Ferah'ı...
Genel anlamda hayatımda çok özel yeri olan isimler de var. Cem Karaca, Barış Manço, Aysel Gürel ve Müjdat Gezen. Bu isimlerle, bu duayenlerle tanışıp, çalışıp, onların işlerini yapabilmek gibi büyük bir şansa sahip bir müzisyenim. Her birinden biraz bir şeyler taşıdığımı düşünüyorum. Onları hep saygı ve sevgiyle anıyorum...


Son olarak şu cümleyi tamamlayabilir misin?
Sadece üç albümle, Egoist'in müzikte bu kadar önemli bir yerde olmasının üç temel nedeni var... Sırasıyla...?

Müziğe saygı, dinleyiciye saygı, kendimize saygı...





arşiv / 2008


27 Haziran 2013 Perşembe

Suat Kavukluoğlu - Emre Kalcı Röportajı


'BENDEN UZAĞA ATTIĞIN BU ADIMI İŞARETLE, 
BİR GÜN YENİDEN SEVİLMEK İSTEDİĞİNDE, YENİDEN BAŞLAMAK İÇİN DÖNECEĞİN YER BURASI'




“Yazı o kadar güçlü ki, en silinebilir olan kaleme bile kurşun demişler...Sana yazdıklarımı silerken dikkatli ol, yaşarken ve yazarken beni ıskaladılar ama silerken seni öldürebilirler.”
 Beş kitabı bulunan yazar Emre Kalcı'yı tanımak isteyenler için 
özel bir Pazar söyleşisi...


Sizi yeni bir yazarla, Emre Kalcı'yla tanıştırmak istiyorum. Ama bu röportajın sunumunu klasik bir dille yapmayacağım. Şimdi istesem buraya alt alta bir sürü şey sıralayabilirdim. Emre için, hepimizin her gün binlerce basın bülteninden okuduğu gibi bir sürü havalı cümleyi bir araya getirebilirdim. Ama böyle yapmayacağım. Çünkü o; bu şekilde tanışmayı istemiyor sizle. Böyle bir yol tercih etse, çoktan kendisine bir basın danışmanı tutar, ne gerekiyorsa yapar, öyle ya da böyle (ama kesinlikle daha kısa sürede) bugün çok "tanınır" bir konumda olabilirdi. O kendini pazarlamak değil, yalnızca kelimelerini paylaşmak istiyor. Ben de onunla gerçekten tanışmak istiyorsanız tanışın istiyorum. O yüzden önce onun kitaplarından bazı bölümler alıntılayarak başlıyorum. İsterseniz önce onları bir okuyun. Eğer bu cümleler, kalbinizde, ruhunuzda bir yerlere dokunursa, size bir şeyler hatırlatırsa, derdinden, halinden anlarsanız ve onunla gerçekten tanışmak isterseniz, işte o zaman röportaj bölümüne geçebilirsiniz. Ama bu kelimeler gönlünüzde herhangi bir yaprak kıpırdatmazsa, o zaman bu pencereyi kapatır, geçer gidersiniz. Böylece hiç zaman da kaybetmemiş olursunuz...

Emre Kalcı'nın Kitaplarından....

“Aşk aynı yazıldığı gibi; sesli başlıyor, sessiz bitiyor..”. (Alçı, 9)
“Birilerini tanıdım; aşk yok deyip sevgilisini satan, hayat yok deyip aşkını satan, satacak bir şey kalmadı deyip ruhunu satan...Üzerine naylon geçirip eskimemeye çalışan ama dokunduğu herkesin derisini kaldırıp bakan..İçi taşlaşan, hayatın en sığ yerleriyle devamlı paslaşan...Hayat belki de sadece onlara değmeden geçebilmek ve belki de o yüzden kimsenin hayatı yok...” (Alçı, 25)
“Her gece yatmadan önce, yatağıma bende kalan saç tellerini yerleştiriyorum... Son uyanışından, son gidişinden, ilk özlenişinden kalan... Sabah uyandığımda ilk onları görmek hayatta bırakıyor beni, ilk onları görmek hayattan soğutuyor...” (alçı, 30)
“Yaptığım en doğru şey, en büyük yanlışımdı benim; yanlış insanları hep doğru aşkla sevdim...” (Alçı, 91)
“Sessizliği bir silah gibi kullanabilen herkes sevgilisinin alnına dayıyor tüm noktalama işaretlerini...Soru işaretinde zaman kazanıyor aşıklar, virgülde umutları devam ediyor, ünlemde korkuyor, noktada yeni bir başlangıç düşlüyorlar hatta...Her sevgili en çok alnında üç noktayla ölüyor...” (Kir, 17)
“Yazı o kadar güçlü ki, en silinebilir olan kaleme bile kurşun demişler...Sana yazdıklarımı silerken dikkatli ol, yaşarken ve yazarken beni ıskaladılar ama silerken seni öldürebilirler.” (Kir, 38)
“Benden uzağa attığın bu ilk adımı işaretle; bir gün yeniden sevilmek istediğinde, yeniden başlamak için döneceğin yer burası...” (Yarım, 9)
"Hayatta güçlü kalmak için her şey olabilen insanlar var... Bir veda için terk eden, bir suç için can atan, bir aşk için çark eden, bir hiç için kalp kıran...Ve hep birkaç aptal var aramızda, o insanlara aşık olan...” (Yarım, 45)
“Artık dudaklarımız birbirine değecekse, sana yolladığım eski bir mektubun zarfını yalayıp tekrar kapatacaksın, başka şansın kalmadı...” (Yarım, 61)
“Bizim oralarda biri öldüğünde, öldü demezler, "sakladık" derler...Ben de öyle yaptım, seni kalbime sakladım...” (Yarım, 80)

DEVAM ETMEK İSTEYENLER İÇİN: EMRE KALCI'YLA TANIŞMA

İlk ne zaman kendini bir kağıtla kalemin orta yerinde buldun Emre?


Tek gücümün parmaklarımın ucunda olduğunu hissettiğim gündü. Hayatımda bir daha başka bir şeye geri dönmeyeceğim kadar da kesin bir akşamdı...


Yazmak, hep bir mecburiyetten doğar bence. Başka şansı yoktur yazanın. Ona başka iyi gelen bir şey bulamaz. Sende de böyle mi başladı yazmak?

Haklısın başka şansım yoktu. Başka türlü, hayata daha büyük bir ses çıkaramayacağıma inandım. Kalbim bütün sesleri bastırıp kendi ihtilalimi ancak en çok yaralandığım yerden yapabileceğimi söyledi. Sadece kalbinin sesini dinleyen biri olarak başka şansım gerçekten yoktu...

Ben seni tanıdığımda henüz ilk kitabın "Her Aşk Biraz Kendinin Katilidir" yayınlanmıştı. İlk kitabın başka bir hatırası olmalı, ilk aşk, ilk öpüşme gibi. Senin için nasıl bir dönemdi o?

Uzun yıllar önceydi, yazdıklarımı paylaşmam gerekli mi, değil mi sorusuna cevap olacaktı o kitap ve heyecanlıydım. İlk kitabımın çıkışı ertesinde önce bir sessizlik oldu. Bir zaman sonra kitapla bağ kuran ve "gerçekliğinden" etkilenen okuyucuların sesleriyle, mektuplarıyla birden değişiverdi o sessizlik...Birilerine ilk dokunduğum, kelimeler aracılığıyla edebi ilişkiler ve dostluklar kurduğum bir dönemdi. Ama ilk aşk ve ilk öpüşme dersen, o ikinci kitabım "Alçı"dır benim için...

Yazmaya başlamak, bir yandan da gizli bir esaret sözleşmesi imzalamak demek sonsuza dek. Kağıttan, kalemden bir daha yakayı paçayı kurtarmak çok zor gibi geliyor bana. Senin için de böyle mi bu?

Dilerim bu tutsaklık hiç bitmez, hayatta özgür kalmak istemeyeceğim tek şey yazmanın esareti... Daha büyük bir güç ve daha cesur bir tavır tanımıyorum çünkü...

Keşke ben hep güzel aşklar yaşasaydım, hayatta bu kadar incinmeseydim, yaralanmasaydım da bütün bu kitaplar çıkmamış olsaydı, evimde, bahçemde çay demleyip denizin ve aşkın tadını çıkarsaydım dediğin zamanlar oluyor mu? Sonsuz mutlu olmaya "yazı"yı değişir misin başka bir deyişle?

Yazıyı sadece sonsuz mutlu olmaya değil, sonsuzluğa bile değişmem. Ne yaşadığım, ne de yazdığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. Yazdıklarım aşkın bende kalan izleri, bana ait, benim sakladığım gerçekler... Zaten hep güzel aşklar yaşadım, güzel olmasalar ayrılıklar da bu kadar yaralayıcı olmazdı sanırım. Uğruna şiirler, kitaplar yazdığım biri bugün hayatına hiç yaralanmamış gibi devam ediyor olabilir. Sadece yazılanları değil, hiç yazılmamışları da unutmuş olabilir hatta... Ama ben en çok kendine yalan söyleyen insanlardan korkuyorum... Kendi masalına küsenlerden, iyileşmiş gibi yapanlardan... Masallarımdaki kahramanlarla bir daha bir yerlerde hiç karşılaşmadım. Dünya küçük bir yer belki ama aşkın hafızası da adaletli diyorum...



Kitaplarına, kelimelerine ve bizzat yakinen sende tanık olduklarıma baktığımda, bu çocuğun böyle bir dünyada işi çok zor diye düşünüyorum. Her şeyin bu kadar hızlı tüketildiği, kimsenin hiçbir şey için geri dönüp bakmadığı, kalplerinin aşk tutmadığı, kirlendiği bir dünyaya bu kadar nezaketli, zarif ve ince yaklaşmak, daha çok yormuyor mu seni? Zorlanıyor musun devam ederken?


Aşka dokunan birinin ellerinin maharetli olması gerektiğine inanıyorum ben... Kalbinin kırılgan, teninin çekingen, inceliğinin doğurgan olması gerektiğine de... Başka türlü kurulan ilişkileri ve yakınlıkları inandırıcı bulmuyorum. Zorlayıcı ve yorucu olduğu doğru, belki de kimileri sırf bu yüzden kolay tarafıyla ilgileniyor aşkın... Ama aşkın kimseyi fedakarlık yapmadan mutlu etme sözü yok... Ben kendime hep aşkı yakıştırdım, aşka doğru insanları yakıştıramamış olabilirim en fazla...


SON KİTABI "YARIM"LA İLGİLİ:


Son kitabın "Yarım" bütün "yarım" kalmış aşklara hüzünlü bir saygı duruşu gibi. Aşk yarım kalınca, çok daha derin izler bırakıyor değil mi?


Bir aşk yarım kalınca en çok "yaşanmamış olasılıklar" incitiyor insanı. Denenmemişler, vakit bulunamamışlar, akla gelmemişler, söylenmeyip dudakta kalmışlar... Unutmak böyle durumlarda daha zor. Çözülmemiş bir problemin çözülmediği için hep kafa kurcalaması gibi. Mutlaka ara sıra aklınıza gelip kendini size hatırlatacak bir hatıra oluyor aşk yarım kalırsa. Bir şarkıyla, bir cümleyle ortaya çıkmaya ve aynı soruları yeniden sordurmaya hep hazır...


"Yarım" kalan bir aşkın tamiri var mı? 


Yarım kalan bir aşkın tamiri yok, hep bir zalimi var...


Senin "yarım" kalmış hikâyelerin var mı aşkta?


İki yarım kalmış hikâyem var ve ikisi bir bütün bile etmiyor düşündüğümde... Bazı anılarla karşı karşıya geldiğinde, ne boğmak ne kucaklamak, ikisi için de boynuna sarılamazsın ya, işte öyle...


Bir aşk neden yarım kalır sence? Senin yaşadıkların neden yarım kalmıştı? 

Bir aşkı tamamlamaya gücü olmayıp, bir ayrılığı taşımaya gücü olan herkesin ortak yalanıdır sırtını dönüp gitmek. Benimkisi de kimseden farklı değil, kalbini emanet ettiğin birinin iki kalple daha mutlu olduğunu hissedip sonra kendi kalbiyle bile mutlu olamadığını anlaması arasında geçen zaman "yarım kalmış aşk"...

Senin aşk tarihinde "aşk"ı beceremeyen, bir hikâyeyi sürdüremeyen hep karşı taraf mı oldu?

Aşkı "beceren" hep karşı taraf oldu, ben de bir hikâyeyi bu kadar değersiz sürdüremeyen taraf...



Peki ya "aşk"ı öğrenmek, güzel âşık olmak, hep güzel bir sevgili olmak diye bir şey var mı? Yoksa "aşk" hiç belli olmaz mı? Yani bir ilişkide dünyanın en iyi sevgilisiyken, bir sonrakinde en kötüsü olabilir mi insan?


Hep güzel bir sevgili olmak mümkün olmayabilir ama "güzel bir âşık" olmanın pek değişebilir olduğunu düşünmüyorum. Güzel âşık olursanız, yaşadığınız aşk da güzelleşir kendiliğinden. Karşı tarafın aşkla hayatını ne kadar doldurabildiğiyle, adanmışlığıyla ilgili bir şey bu bence. Bazısı aşkla güzelleşir, bazısı aşkla doyar, bazısı aşkla sadece bir âşık olabilir en fazla...


Yine yazdığın gibi hep "sesli" başlayıp "sessiz" biten bir şey mi aşk? Başka türlü olma ihtimali yok mu?

Sesli başladığı doğru, çünkü heves suskun kalamaz. Sessiz bitmesinin nedeniyse, sessizliğin en kolay çıkarılabilen ses olması. Hiç çaba harcamadan, kaçarken bir mektup bırakır gibi... "Ben söyleyemedim utancımdan ama küçük bir not yazdım" demek gibi... Kaleme ve bir parça kağıda bile sessizlikle ihanet etmek mümkün yani...

Sen "aşk"ı en güzel anlatan adamsın bana göre. Tekrar tekrar, yeniden ama yeniden bambaşka kelimelerle. Senin "aşk"tan başka mucizen yok mu Emre?

Teşekkür ederim, umarım bir gün en güzel anlayan adam da olurum yine "aşk" sayesinde. Anlamaya çalıştığım için kitaplar dolusu yazdığım şey gerçekten benim tek mucizem. Aşk benim için yaşadığımız hayatın iyileşme ihtimali. Her hissedilenin daha derin olma sözü... Mucizem, çünkü peşine düştüğüm ve inandığım daha büyük bir gerçek yok...

Kitabın bir yerinde diyorsun ki "Artık dudaklarımız birbirine değecekse, sana yolladığım eski bir mektubun zarfını yalayıp tekrar kapatacaksın, başka şansın kalmadı"... Bu kadar keskin mi olur sende bitişler? Asla bir ikinci şans olamaz mı? Bittiği zaman sonsuza dek biter mi sende? 

Bir mektup yollandığında, zarf açılıp okunmuşsa bir kere ve cevap yazılmamışsa, ben daha sonra verilmiş hiçbir cevaba inanmam. İnsanı heyecanlandıran, ateşleyen hiçbir şey başka bir zamanı kollamaz, bir diğer olasılığı dinlemez. Aşkın yaşanılan her saniyesi o anlıktır. Değilse eğer, düşünme payı varsa; son, başlangıçtan daha yakındır... Bu yüzden ikinci şanslara da inanmam, ilk şansın kıymetini bilme taraftarıyım... Aşkta ilk şans ikinciyi yaratmaz ama ikinci şans hep üçüncüyü hazırlamaya meyillidir...

Peki sana geri gelmek için elinden gelen herşeyi yapsa, her türlü taklayı atsa, ne bileyim dünyayı yaksa yıksa da duvara mı çarpar sende?

Elinden herşey gelen birinin elini hiç bırakmadım hayatımda. Gözyaşıyla dünyayı karşımda yakıp yıkmış biri için, kendi sözümü yemeye de kalktım aşk için... Ama aşk öyle sonradan üzerine giyebileceğin bir şey değil, hamurunda yoksa gerçekten giyeceğin her şey büyük gelir. Bunu da gördüm. Aşk için en iyisini yapacak, kalbinin sesiyle hareket edecek, onu kaybetmemek için telaşlanacak kaç kişi kaldıysa, sadece onlara duvarım yok, büyük hürmetim var...


Senin "aşk"ta derdin ne?

Her şeyde olduğu gibi vicdan...


"Aşk"ın senle derdi ne peki Emre?

Vicdanımı sevmesi belki, inancımın gücünü bilmesi de olabilir...


Seni okumak "aşk"la hayatın neresinde durduğumuzu, "aşk"a ne kadar layık kaldığımızı gösteren sert bir yüzleşme gibi. Sen öyle adanmışsın ki "aşk"a, geride kalan bizlere bakıp ağlamak geliyor içimden. Kirlendiğimizi düşünüyorum. "Aşk"ta yara açanlar, bu kirlilerin arasından mı çıkıyor hep Emre?

Aşkta yara açanlar kirlilerin arasından değil, aksine masum olanların arasından çıkıyor hep... Çünkü hepimiz kendi katilimizi masumlardan seçeriz aşkta. Hayal kırklığı, bizim masumlardan bir katil çıkarabilme potansiyelimize olan kızgınlığımızdır belki de... Ben durduğum yere, aşka ihanet etmemeye çalışıyorum sadece, teslim olacak kadar güvenebileceğim tek yer burası...


"Aşk"ta herkes bir gün kendi ihtilalini yapacaktır, diyorsun. Tam olarak neden söz ediyorsun?

Adaletten bahsediyorum, aşkta adaletten. Tüm adanmışların kendi haklarını alacaklarına ve takılıp kaldıkları, yenilgi sandıkları eskilerden, unutarak ve kendilerini daha çok severek galip çıkacaklarına inanıyorum. Arkalarına bakacaklarına ama geri dönmeyeceklerine, verdikleri sözleri tutacaklarına ama tutulmamış sözleri bir daha umursamayacaklarına, ayrılıkla ne kadar yıkılırlarsa aşkla yeniden ayağa kalkacaklarına da inanıyorum...


Bundan sonra da hep "aşk"ı mı yazacaksın? Senden sürpriz hikâyeler de bekleyelim mi?

Önceki kitaplarımdan ikisi, "Kir" ve "Alçı" üçlemenin iki kitabıydı, üçüncüsünü yazacağım mutlaka. Ama yeni yazdığım kitap için yine "aşk" yazıyorum diyemem...


Bir roman yazman konusunda ben dahil çevrenin yoğun bir baskısı var sana. Ne kadar hazır hissediyorsun kendini roman yazmaya?


Roman yazmak başka bir donanım gerektiriyor, başka algı, başka yoğunluk. Ayrıca uzun cümlelerin ve anlatımların adamı değilim sanırım. Daha rafine bir yazım tarzım var. Kendimi roman yazmaya hazır ve yakın hissedeceğim bir zamanım olmadı henüz. Hayranı olduğum yazar Jale Demirdöğen'in yakında yayınlanacak yeni romanını da okuduktan sonra, bir romana kalkışmamamın şimdilik doğru bir seçim olduğuna inanıyorum. Güzel romanlar okuyup, onlara hayranlık duymak güzel şu an...

Yazıyla serüveninde en büyük destekçinin okurların olduğunu biliyorum. Onlarla çok özel bir bağ var aranızda. Onların senin hayatındaki yerinden söz eder misin?

Benim için her okuyucum, cümleler aracılığıyla kurmuş olduğum sihirli bir bağ. Onlarla yazışmak, tanışmak; en büyük meselemizde bu kadar ortaklıklar bulmak büyük bir şans ve deneyim. Elimden o kadar güzel tutuyorlar ki, ellerine sıkıca sarılmaktan gurur duyuyorum. Bir dinleyicinin olmadığı yerde bir anlatıcı en fazla ne kadar değerli olabilir... Hepsine ayrı ayrı teşekkür borçluyum...

Okurlarınla böylesine derin bir bağın varken, seni nedense çok fazla ortalarda görmüyoruz. Geride durmak, senin tercihin mi?

Sanırım böylesinden memnunuz, ben de, okuyucularım da... Birbirimiz için o kadar ön plandayken, başka bir yerde geri durmayı ya da kalmayı önemsemiyorum hiç...


Okuyucularının genel profili hakkında sen ne düşünüyorsun? 

Aşkı hayatlarının önemli bir parçası haline getirmek için çabalamış, yaralanmış ama kendi yaralarından ve onlardan bahsetmekten hiç utanmamış aksine gurur duymuş bir topluluğuz sanırım... Geçmişte bırakıldığımıza itirazımız var belki ama geçmişe dönmeye tenezzülümüz de yok... Okuyucularım deyince, onları kendimden ayırmıyorum bu meselede. Bir "biz" olma durumu söz konusu...

Yara açan da, yaralanan da seni okuyor. Herkesin yolu yazılarında ya da bir cümlende mutlaka bir kez daha kesişiyor. Sen bu karşılaşmaları nasıl karşılıyorsun peki?

Ben taraf tutmaya inanıyorum. Aşkta yara açanla, yaralananı hiçbir zaman aynı kefeye koymam. Biri bunu hayatın en vicdansız köşesinden ya da en anlamsız yerinden yapabilir ancak. Ağlatana, ağlayanla aynı cümlelerde üzülme lüksü tanımıyorum. Beni okuyanlar için de farklı bir şey söylemem. Birini üzen, zamanı gelince başka biri tarafından üzülüyorsa, kendi adaleti için sevinsin, karşı tarafa geçmeye kalkışmasın bence. Herkes kendine layık bularak kendi eliyle yarattığı köşeyi sevsin, ve bir başkası tarafından kucaklanmayacağı tarafı heves etmesin...

Her önüne gelenin kitap yazdığı ve bu kitapların dünyanın en kıymetli şeyleriymiş gibi pazarlandığı bir devirde, sen daha önde olmayı hak etmiyor musun sence? Neden bu kadar sessiz kalıyorsun? Sen de bu pazarlama tekniklerinin hepsini kullanabilirsin aslında...

Ben edebiyatın bir pazarlama değil paylaşma alanı olduğunu düşünüyorum. Buna kalpten inanıyorum. Yazar ve okur arasında bire bir duygu paylaşımıdır kitaplar. Daha önde olmak fikri bir yazarın kalbinde yazdıklarından daha önde olduğunda, her şey büyüsünü ve sahiciliğini yitiriyor diye düşünüyorum. Ben burada ve arkada kendi sevenlerimle mutluyum gerçekten...


Edebiyat dünyası ne durumda, şimdi için ve gelecek için fikirlerin ve beklentilerin neler?

Genç ve yeni yazarlar için kaygan ve zor bir zemin hazırladılar elbirliğiyle... Bahsettiğim büyük yayınevleri, tanınmış yazarlar ve edebiyat dünyasının köşelerini tutmuş insanlar. Herkes kendi sevdikleriyle, eski dostlarıyla ya da kazanç getirenle ilgileniyor. Diğerlerine şans tanımak gibi bir düşünceleri ve hisleri yok. Ancak iyi yazan hiç kimseyi engelleyemeyeceklerine de kalpten inanıyorum. Geçmişte engellenemediği gibi gelecekte de engelleyemeyecekler... Edebiyatı bir hırs platformu bir şan şöhret arenası gibi gören kimseyi ciddiye almıyorum. Eskiden sevilen yazarlar vardı, şimdi sadece sevilen kitaplar var. Kendi mutsuzluklarını da kendileri yarattılar yani...

Son sorum: Sana bu kitapları yazdıranlara dönüp bir şey söylemek ister misin?

İyi ki varlardı ve iyi ki yoklar!...




KENDİ CÜMLELERİYLE KİTAPLARI:


HER AŞK BİRAZ KENDİNİN KATİLİDİR:

Her ses yankısıyla büyür ve her söz kendi gerçeğiyle çıplaktır...

ALÇI: 
Her kırık bir alçıyla düzelirken, alçı hangi kırıkla üzülür...

SESSİZ DÜET SİLAHSIZ DÜELLO: 
Aşkta davet ettiğiniz yere kimse gelmiyorsa, davet edilmediğiniz yere son sözü söylemek için kendi sözcüklerinizle siz gidin...

KİR: 
Suya güvenmek ve bir yağmura inanmaktır kurtuluş, kalbinizi yakan alev bir türlü söndürülemiyorsa...

YARIM: 

Yarım bırakanların elinde, yarım bıraktıklarından fazlası yok. Artık kendileri için de üzülebilirler...




Suat Kavukluoğlu / Ağustos 2010