İzmir, soğuk
öncesi son güneşli günlerini yaşarken, birlikte tarihi Asansör'ün yan
sokağındaki dik merdivenleri çıkıyoruz Jale Demirdöğen ile... O merdivenler,
yeni romanında okuyucusunu davet ettiği özel dünyasının da basamakları aynı
zamanda... Eskinin tanıdık kokusunu duyumsarken, bir kadın karşısındaki evin
penceresine sesleniyor, irkiliyoruz ikimiz de... Belli ki roman hem yazarında,
hem de bir okuyucusunda aynı izi bırakabilecek kadar iyi bir roman... Biz
camdan cama konuşmaları orada bırakıp merdivenleri çıkmaya devam ederken, belki
başka karakterlere de rastlayabileceğimiz ümidiyle, sohbet edeceğimiz mekana
doğru yürüyoruz... Jale'ye, yazdıklarından sonra burada olmak, o merdivenlerde
eskiye tanıklık etmek nasıl bir duygu diye soruyorum... Jale gülümseyip bir
başkasını işaret ediyor gözleriyle, dönüp baktığımda şaşırıp kalıyorum... Roman
kahramanlarının her an rastlayabileceğimiz insanlar olduğuna şaşırıyorum belki de...
Sohbet İzmir'in eski mahallelerinden, eski ilişkilerinden; İstanbul'a ve
günümüz ilişkilerine uzanıyor sonra...
İlk romanı
"Kusursuz Veda"nın ardından Nemesis Kitap etiketiyle yayımlanan;
edebi anlatımı, derinliği, müthiş kurgusuyla okuyucuyu kendisine hayran bırakan
"Kan Ağacı"nı soruyorum Jale Demirdöğen'e ve ondan bir tutkuyu
anlatmasını istiyorum... Yazmayı...
Roman bir tutku,
biliyorum... Senin tutuluşun nasıl oldu Jale?
Emre,
bu tutuluş daha ortaokul yıllarımda, hem de klasiklerden birini okurken,
sonradan inanamayacağım ve hadsiz bulduğum bir cesaretle, ben olsam bunu başka
türlü yazardım gibi bir cümleyi içimden geçirdiğimde başladı... Kendime,
yaşadığımdan ayrı ve kitaplardan oluşan bir dünya yaratmıştım. O dünya içinde
nefes almaya başladığımı hissettiğimde, okumanın bana yetmediğini, söyleyecek
sözlerim olduğunu ve ileride bir gün romanlar yazmak istediğimi fark ettim. Bu
en büyük hayalim ve tutkum oldu. Haddimi bildim, çok okudum, kendimi donattım
ve artık hazırım dediğimde de ilk romanımın başına oturdum. İşte bu derin
tutkunun ilk ateşi daha o yıllarda düştü içime... Hem de bazı yazılmışları bile
şiddetle değiştirmek gibi yükselmiş bir arzunun eşliğinde:)
Okurlar seni,
romanlarından önce şair kimliğinle tanıyorlar... Şiir mi, roman mı? Hangisi
daha büyülü ve hangisi kalemine küsse daha çok etkilenirsin?
Şiirle
yirmi yıldan fazla ilgilendim ve yadsıyamayacağım kadar mühim bir edebiyat dalı
o benim için. Şiir dilim, roman dilime büyük katkıda bulundu ve romanlarımda
kullandığım dilin biraz da şiirsel olmasını sağladı. Bu sebeple şiire minnet
borçluyum fakat sen büyüyü sordun ki, şiiri asla hayatımdan öteleyemesem de bir
roman yaratma süreci benim için şiirden çok daha büyülü oldu hep. Aslında iç
içe iki dil. Roman yazma sürecinde kendimi tanıdığımı, yeniden ve her seferinde
başka bir yönümle keşfettiğimi fark ediyorum. Şöyle düşün ki; şiir yazmak uzun
ve heyecanlı yolculukların mola saatleriyse, roman yazmak o yolculuğun ta
kendisi. Yine de bir şiirden bir roman, bir romandan yüz şiir çıkarabilecek
kadar da seviyorum her ikisini de.
Kusursuz Veda
nasıl bir başlangıçtı senin için? İlk roman, bir yazarın hayatında nerede
durur?
Kusursuz
Veda, kendimle ilk kez yüzleştiğim, kendime bir romancı olup olamayacağımı
sorduğum ve üç yıllık yazım sürecinde beni ciddi şekilde yormuş fakat
meyvelerini artık vermeye başlamış ilk göz ağrısı benim için. Bence ilk roman
bir yazarın hayatında başlangıç noktası olmasından doğan bir özellikle çok
mühim bir yerde durur. Ondan sonra yazacaklarının ister istemez kıyasa tabi
tutulduğu mercidir. Onun altında kalma ya da üzerine çıkamama kaygısını taşır
insan... Bu sebeple ilk roman ne kadar iyi dönüşler getirmişse, yazar o kadar
rahat bir soluk alır. Kusursuz Veda benim için iyi bir başlangıçtı diyebilirim.
Bir romana en çok
hayat veren nedir? Yazar romanını tamamladığında, onu eserinin iyi olduğuna ilk
ikna eden şeyi sorsam?
Bir
romana en çok hayat veren şey, neyi
anlatıyor olursa olsun, bunu anlatması için seçilip donatılan kahramanların
gerçekten yaşıyor olduğunu okuyucuya hissettirmesidir. Bir başka deyişle
samimiyettir. Hangi dille yazılmış olursa olsun, okuyucu anlatılandan ziyade
kahramanların gerçekliğiyle ilgilenir. Yazar, onları ve anlattıklarını ne kadar
gerçek verirse o roman o kadar yaşayacak demektir.O gün için değil, bir romanı
yazıldığından yıllar sonra açıp okuduğunuzda size ilk okuduğunuz zamanki tadı
yine verebiliyor, inandırıcılığını sonraki okuyuşlarınızda da koruyabiliyorsa o
roman iyidir. Bu sebeple bir romanı tamamladığımda onun iyi olduğuna beni ikna
eden ilk şey işte bu gerçeklik hissine inanıp inanmadığımdır. Buna yazar
vasfımdan soyunup okuyucu vasfımla da inanmışsam, o eser iyidir.
Hikâyenin
kahramanlarından birinin başına bir şey geldiğinde, kahramanın mı, yazarın mı
canı daha çok yanar?
Emre,
bu öyle güzel ve sızlatan bir soru ki... Vaktimiz olsa üzerinde uzun uzun
düşünmek isterdim. Çünkü öyle iç içe bir acıdır ki o... Bir kahramanın başına
bir şey geldiği anları yazarken hep ağlarım. Demek ki yazar olarak benim canım
çok yanıyor. Fakat ilerki sohbetlerde kahramanın adı geçtiğinde, "Onun
için çok üzüldüm" gibi bir cümle kurabiliyorsam, kahramanımın da canı
yanmış olmalı. Şimdi kendimi kötü hissettim biliyor musun... Keşke hayat
kimsenin başına kötü bir şey gelmediği bir süreç olsa, kahramanlar da yazarlar
da acı çekmeseler. Fakat hayatı yazıyorsak bu acıya baştan hazır olmak gerek.
Kusursuz Veda
için "vicdan" ile ilgili bir roman diyorum ben, Kan Ağacı için sen ne
dersin?
Kan
Ağacı, günümüz insanının "Yalnızlık, Özgürlük ve Bekleyiş" üçgeni
içinde kendini nereye koyduğunu sorgulayacağı bir roman. Hangisi? Yalnızlık
özgürlük müdür gerçekten? Yoksa bekleyiş esaret midir? Belki de Kusursuz Veda
için bir "vicdan" romanıdır diyebiliyorsak, Kan Ağacı için de bir "sabır
" romanıdır diyebiliriz. Bu üçgen içerisinde nereye savrulursak
savrulalım, sonu sabra dayanır çünkü. Çözüm, o sabırdadır; tabii ki
gösterebilen için...
Okuyucuya yeni ve
çok etkileyici olan "bekleyici" kelimesini hediye etmenin nedeni bu
mu peki?
Hangi
yaşta, hangi durumda, hangi konumda olursak olalım, aslında hepimiz birer
bekleyiciyiz. Kitabımdaki karakterlerin her biri; ölü yada diri, bugüne yada
geçmişe ait, yaşanmış yada henüz yaşanmamış, birini ya da birşeyleri
beklediler. Beklerken, bekleme süresi kimimizin hayatında öyle geniş zamanlara
yayılır ki, beklemeyi bir duygu yerine bir meslek gibi adlandırmak çok da
yanlış gelmedi bana.
Kan Ağacı'nda
olaylar sürekli geçmiş ve bugün arasında gidip geliyor... Zaman, bir romancı
için neyi temsil eder?
Geçmişi
kavrayamadan bugünü ya da geleceği kavrayamayız diye düşünüyorum. Tıpkı ölümü
kavramadan, hayatın değerini kavrayamayacağımız gerçeği gibi. Zaman bir
romancıya, geniş bir alan sağlaması açısından çok değerlidir. Geçmişle bugün
arasında, her neyi anlatıyor olursa olsun, hem bir kıyasa olanak tanır çünkü;
hem de kurgusal açıdan zenginleşmesine yardım eder. Zamana yayılmış bir
hikâyeyi yazmayı düşünmek bile, beni hep heyecanlandırmıştır. Öyle bir kurguyu
yazıyorsam, fondaki tarihe de vakıf olmam gerek. Bu araştırma süreci az
buz bir heyecan değil, inan.
Kitabı okuduktan
sonra çok etkilenip, çok ağladıklarını söyleyenler var, hikâyeni çok özel bir
yerde tutanlar... Kan Ağacı'nın yazarı,
kitabın hikâyesi, karakterleri ve büyüsü için ne söyler merak ediyorum...
Kan
Ağacı'nın kahramanları o kadar içimizden ve o kadar yaşıyorlar ki. Sohbetimizin
başında senin de söylediğin gibi, okuyan herkesin bir Nergis Abla'sı olmuştur
hayatında. Bir Derman dolaşmıştır hep mahallesinde, sokağında, büyüklerin ayak
altında. Bir Firuze Hanım figürümüz olmuştur hep; elinde bastonuyla. Kitap,
1970 li yılların aşklarının derinliğinin, bugün yaşanan fast-food aşklarla
kıyasını sağlarken, içimizde hep o eskiye olan özlemin de altını çizerek, biraz
kanatıyor sanırım. O günleri yaşamayanların bile büyüklerinden dinlediği
masallara benzer bir tadı var Kan Ağacı'nın hikâyesinin. Belki de bu yüzden
ağlıyor okuyucularım. Aslında okuduklarına değil, özlediklerine ağlıyorlar. Ben
yazarken, özlediklerime ağlamıştım.
Romanın için
yazmadan önce kurguladıkların, yazarken nasıl şekilleniyor... Karşılaştığın en
büyük sürpriz nedir?
Ah o
sürprizler Emre... İşte ilk sorularından birine verdiğim cevapta söylediğim
asıl büyü bu. Kurgum, yazmaya başlamadan öncekiyle bittiğinin arasındaki süreçte
genelde pek değişmez fakat illaki bir kahraman, bilgisayarımın başına oturduğum
an görünmez bir güçle parmaklarımı yönetir ve "Beni yaz." der.
"Beni, bana biçtiğinden fazla yaz!" Onun ruhuma nasıl bu kadar etki
edebildiğine inanamam. Onunla konuşurum, rüyalarımda savaşırım ve eğer çok
güçlüyse beni mat eder. Benim karşılaştığım en büyük sürpriz hep bu olmuştur.
Her iki romanımda da, çok da büyük bir misyon ya da görev yüklemediğim bir yan
karakter, benden tamamen muaf bir güçle hikâyeye egemen olur ve beni çılgınca
şaşırtarak başrolü alıverir diğerlerinin elinden. Kahramanlarımın yaptığı bu
bazen yıldırıcı, çokça sevimli inatlaşmalar dışında kurgum zaten bellidir ve
yazarken rotasından fazla çıkmadan sona doğru yürür gider.
Kan Ağacı'nı ya
da genel olarak senin tarzını diğer romancılardan ayıran nedir sence?
Şiirsel
dil, inandırıcılık, samimiyet ve gerçeklik. Bunlar benim iyi olduğuna inandığım
özellikler. Fakat kolay ve dikkatsizce okunamayan bir yazar olduğumu da
biliyorum. Bu sebeple hiçbir zaman bir best-seller rafında yer almayacak
kitaplarım. Okuyucum çok değerli, dikkatli ve sorgulayıcı. Bunun bilincinde,
onlara "Bakın benim penceremden
şimdi de bu görünüyor" u sunarken hep titizlenmek zorundayım.
Edebiyat
dünyasına, düzenine, sistemine bakışın nedir? Yazmanın kolay olduğu bir ülkede
okunmak neden meşakkatli bir eylem?
Sistemin,
üç dört büyük yayınevi ve kitabevi arasında kurulduğunu, orada biçimlenip
dışarıya çok da açılınmadığını artık hepimiz biliyoruz. Reklam ve tanıtım için
büyük paralara ihtiyaç duyulduğunu ve bu sebeple gerçekten iyi bir çok yazarın
adını duyuramadan yitip gittiğini de... Yeni ve Türk yazarlarla çalışmayı
reddeden yayınevleri, şiire sıcak bakmayan bir zihin yıllarca bizim de en büyük
korkumuz, kaygımız ve kırgınlığımız oldu. Aslına bakarsan okunmak meşakkatli
bir iş değil. Okunmak için sunulmak meşakkatli olan. Sorun işin ticari boyutu
ve edebiyata ticaret olarak bakmaya alışmış olan sistemin kırılabilmesi. Ben
gerçek bir edebiyatseverin eninde ve sonunda okumaya değeceğini düşündüğü
kitabı bir şekilde bulup, o göz hizasındaki raflara dizilmiş kitapların
arkasından çıkaracağını ve baş tacı edeceğine inancımı hiç yitirmiyorum.
Güvenim, sistemin bir gün düzeleceğine değil, genel okuyucunun bilinçleneceğine
dair.
Romanlarında
kullandığın, okurken hem hikâyenin keyfini veren hem de kaleminin edebi
lezzetini hissettiren bir tarz, bu nasıl sağlanır?
Bu,
anlatmak için seçtiğin hikayeye inanmakla ve onu aktarırken, anlatmayıp
göstermek tekniğiyle sağlanır diye düşünüyorum Emre. Sinematografik aktarma
tekniği, samimi ve içten bir hikâyeyle ne kadar dozunda ve iyi harmanlanmışsa,
yazı da okurun kalbine o kadar iyi geçer. Doz çok mühim. Öyle hassas bir denge
ki; duygulandıracağım derken bir anda okurun duygularını sömürüyor halde bulabilirsin
kendini. Düşündürecekken sıkıyor halde de bulabilirsin. Burada en hassas çizgi,
yazarın kendi kalbi ve yeteneğidir sanıyorum. İyi pişmiş ama tuzu çok kaçmış
bir yemeği kimse yemek istemez...
Kitaplarını
okuyanlar fonda hep bir müzik varmış gibi hissediyorlar... Kusursuz Veda'yı
okuyanlar Mozart'a olan yakınlığını zaten öğrendiler... Kan Ağacı'nda da benzer
bir sürpriz bekliyor okuyucuları. Mozart'la ya da müzikle yazınsal bağın nedir?
Mozart,
müzikal olarak majör ağırlıklı beste yapmış, aslında hareketli ve neşeli müziği
olan biri. Cenaze operası olarak bildiğimiz "Requiem" adlı eserindeki
mistik hava dışında sevdiğim besteciler arasında birinci sırada da yer almaz.
Ona olan hayranlığım, dehasından ve yaşam öyküsünün beni içine alan dokunaklı yanından
kaynaklanır. "Lacrimosa" adlı eserini, hayatın doğumla ölüm
arasındaki ömür dediğimiz o kısacık kesitin upuzun bir özeti gibi görürüm. Onun
içinde herşey var. Doğum, aşk, acı, hüzün, mutluluk, pişmanlık, sorgular ve
ölüm... Hayata dair bütün parçalar... Romanlarımda anlatacağım hikâyelerin önce
müziğini tespit ederim. Her romanıma ayrı bir müzik eseri eşlik etmiştir fakat
"Lacrimosa" apayrı. Okuyucularım, onunla ilgili minicik de olsa birer
sürprizle sanırım her romanımda karşılacaklar.
Bundan sonraki
çalışmaların neler, kendini yeni bir yolculuğa hazır hissediyor musun?
Yazı,
kapağı sımsıkı kapalı bir sandığın, açıldığı anda içinden çıkan çeyizi okşaya
okşaya divanlara sermeye benziyor Emre. Kapak açılmışsa ve bir roman artık
yazılıyorsa öyle yan duygular, öyle farklı bir keşif çıkıyor ki ortaya, daha
onu yazarken, o hikâyeye ait olmayan ama illaki söylemeliyim dediğin başka
duyguların doğuyor. Hazır mıyım? Evet. Kan Ağacı, okuyucularımın raflarına
henüz yerleşiyorken içimde onlar için büyümekte ve hazırlanmakta olan, girift,
mistik ve tehlikeli bir aşk hikâyesi boy atmaya başladı bile. Sıradaki bu. Ve
tabii şiirler... Şiir kitabı bekleyen okuyucularım için de bir sürprizim olacak
bu arada.
Son olarak biri
seni hâlâ ve ısrarla okumayacaksa kimleri okusun Jale?
Dili
ağırdır ama Virginia Woolf okusun. Henüz tanışmadıysa Yiğit Okur'u keşfetsin.
John Fawles'in satırları arasında dans etsin. Elias Canetti'nin büyülü zihninin
içine girsin... Dünyasına edebi anlamda bir şeyler katabileceği incelikli
yazarlara raflarında yer versin. Döne döne Kafka, döne döne ve yine Albert
Camus, Ağaoğlu ve niceleri... Benim best-seller dizi romanları tavsiye
etmeyeceğimi biliyordun değil mi:)
Güzel sohbetin
için teşekkür ederim Jale. Şimdi sahile, asansörle inmek yerine yine o
merdivenleri mi kullansak, ne dersin?
Bu
sefer bir başka kahramana rastlayacağını umuyorsun, biliyorum:) Neden
olmasın...
(Aralık / 2010)
(Aralık / 2010)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder