27 Haziran 2013 Perşembe

Emre Kalcı - Jale Demirdöğen Söyleşisi





İzmir, soğuk öncesi son güneşli günlerini yaşarken, birlikte tarihi Asansör'ün yan sokağındaki dik merdivenleri çıkıyoruz Jale Demirdöğen ile... O merdivenler, yeni romanında okuyucusunu davet ettiği özel dünyasının da basamakları aynı zamanda... Eskinin tanıdık kokusunu duyumsarken, bir kadın karşısındaki evin penceresine sesleniyor, irkiliyoruz ikimiz de... Belli ki roman hem yazarında, hem de bir okuyucusunda aynı izi bırakabilecek kadar iyi bir roman... Biz camdan cama konuşmaları orada bırakıp merdivenleri çıkmaya devam ederken, belki başka karakterlere de rastlayabileceğimiz ümidiyle, sohbet edeceğimiz mekana doğru yürüyoruz... Jale'ye, yazdıklarından sonra burada olmak, o merdivenlerde eskiye tanıklık etmek nasıl bir duygu diye soruyorum... Jale gülümseyip bir başkasını işaret ediyor gözleriyle, dönüp baktığımda şaşırıp kalıyorum... Roman kahramanlarının her an rastlayabileceğimiz insanlar olduğuna şaşırıyorum belki de... Sohbet İzmir'in eski mahallelerinden, eski ilişkilerinden; İstanbul'a ve günümüz ilişkilerine uzanıyor sonra...
İlk romanı "Kusursuz Veda"nın ardından Nemesis Kitap etiketiyle yayımlanan; edebi anlatımı, derinliği, müthiş kurgusuyla okuyucuyu kendisine hayran bırakan "Kan Ağacı"nı soruyorum Jale Demirdöğen'e ve ondan bir tutkuyu anlatmasını istiyorum... Yazmayı...



Roman bir tutku, biliyorum... Senin tutuluşun nasıl oldu Jale?

Emre, bu tutuluş daha ortaokul yıllarımda, hem de klasiklerden birini okurken, sonradan inanamayacağım ve hadsiz bulduğum bir cesaretle, ben olsam bunu başka türlü yazardım gibi bir cümleyi içimden geçirdiğimde başladı... Kendime, yaşadığımdan ayrı ve kitaplardan oluşan bir dünya yaratmıştım. O dünya içinde nefes almaya başladığımı hissettiğimde, okumanın bana yetmediğini, söyleyecek sözlerim olduğunu ve ileride bir gün romanlar yazmak istediğimi fark ettim. Bu en büyük hayalim ve tutkum oldu. Haddimi bildim, çok okudum, kendimi donattım ve artık hazırım dediğimde de ilk romanımın başına oturdum. İşte bu derin tutkunun ilk ateşi daha o yıllarda düştü içime... Hem de bazı yazılmışları bile şiddetle değiştirmek gibi yükselmiş bir arzunun eşliğinde:)


Okurlar seni, romanlarından önce şair kimliğinle tanıyorlar... Şiir mi, roman mı? Hangisi daha büyülü ve hangisi kalemine küsse daha çok etkilenirsin?

Şiirle yirmi yıldan fazla ilgilendim ve yadsıyamayacağım kadar mühim bir edebiyat dalı o benim için. Şiir dilim, roman dilime büyük katkıda bulundu ve romanlarımda kullandığım dilin biraz da şiirsel olmasını sağladı. Bu sebeple şiire minnet borçluyum fakat sen büyüyü sordun ki, şiiri asla hayatımdan öteleyemesem de bir roman yaratma süreci benim için şiirden çok daha büyülü oldu hep. Aslında iç içe iki dil. Roman yazma sürecinde kendimi tanıdığımı, yeniden ve her seferinde başka bir yönümle keşfettiğimi fark ediyorum. Şöyle düşün ki; şiir yazmak uzun ve heyecanlı yolculukların mola saatleriyse, roman yazmak o yolculuğun ta kendisi. Yine de bir şiirden bir roman, bir romandan yüz şiir çıkarabilecek kadar da seviyorum her ikisini de.


Kusursuz Veda nasıl bir başlangıçtı senin için? İlk roman, bir yazarın hayatında nerede durur?

Kusursuz Veda, kendimle ilk kez yüzleştiğim, kendime bir romancı olup olamayacağımı sorduğum ve üç yıllık yazım sürecinde beni ciddi şekilde yormuş fakat meyvelerini artık vermeye başlamış ilk göz ağrısı benim için. Bence ilk roman bir yazarın hayatında başlangıç noktası olmasından doğan bir özellikle çok mühim bir yerde durur. Ondan sonra yazacaklarının ister istemez kıyasa tabi tutulduğu mercidir. Onun altında kalma ya da üzerine çıkamama kaygısını taşır insan... Bu sebeple ilk roman ne kadar iyi dönüşler getirmişse, yazar o kadar rahat bir soluk alır. Kusursuz Veda benim için iyi bir başlangıçtı diyebilirim.


Bir romana en çok hayat veren nedir? Yazar romanını tamamladığında, onu eserinin iyi olduğuna ilk ikna eden şeyi sorsam?

Bir romana en çok hayat  veren şey, neyi anlatıyor olursa olsun, bunu anlatması için seçilip donatılan kahramanların gerçekten yaşıyor olduğunu okuyucuya hissettirmesidir. Bir başka deyişle samimiyettir. Hangi dille yazılmış olursa olsun, okuyucu anlatılandan ziyade kahramanların gerçekliğiyle ilgilenir. Yazar, onları ve anlattıklarını ne kadar gerçek verirse o roman o kadar yaşayacak demektir.O gün için değil, bir romanı yazıldığından yıllar sonra açıp okuduğunuzda size ilk okuduğunuz zamanki tadı yine verebiliyor, inandırıcılığını sonraki okuyuşlarınızda da koruyabiliyorsa o roman iyidir. Bu sebeple bir romanı tamamladığımda onun iyi olduğuna beni ikna eden ilk şey işte bu gerçeklik hissine inanıp inanmadığımdır. Buna yazar vasfımdan soyunup okuyucu vasfımla da inanmışsam, o eser iyidir.


Hikâyenin kahramanlarından birinin başına bir şey geldiğinde, kahramanın mı, yazarın mı canı daha çok yanar?

Emre, bu öyle güzel ve sızlatan bir soru ki... Vaktimiz olsa üzerinde uzun uzun düşünmek isterdim. Çünkü öyle iç içe bir acıdır ki o... Bir kahramanın başına bir şey geldiği anları yazarken hep ağlarım. Demek ki yazar olarak benim canım çok yanıyor. Fakat ilerki sohbetlerde kahramanın adı geçtiğinde, "Onun için çok üzüldüm" gibi bir cümle kurabiliyorsam, kahramanımın da canı yanmış olmalı. Şimdi kendimi kötü hissettim biliyor musun... Keşke hayat kimsenin başına kötü bir şey gelmediği bir süreç olsa, kahramanlar da yazarlar da acı çekmeseler. Fakat hayatı yazıyorsak bu acıya baştan hazır olmak gerek.


Kusursuz Veda için "vicdan" ile ilgili bir roman diyorum ben, Kan Ağacı için sen ne dersin?

Kan Ağacı, günümüz insanının "Yalnızlık, Özgürlük ve Bekleyiş" üçgeni içinde kendini nereye koyduğunu sorgulayacağı bir roman. Hangisi? Yalnızlık özgürlük müdür gerçekten? Yoksa bekleyiş esaret midir? Belki de Kusursuz Veda için bir "vicdan" romanıdır diyebiliyorsak, Kan Ağacı için de bir "sabır " romanıdır diyebiliriz. Bu üçgen içerisinde nereye savrulursak savrulalım, sonu sabra dayanır çünkü. Çözüm, o sabırdadır; tabii ki gösterebilen için...


Okuyucuya yeni ve çok etkileyici olan "bekleyici" kelimesini hediye etmenin nedeni bu mu peki?

Hangi yaşta, hangi durumda, hangi konumda olursak olalım, aslında hepimiz birer bekleyiciyiz. Kitabımdaki karakterlerin her biri; ölü yada diri, bugüne yada geçmişe ait, yaşanmış yada henüz yaşanmamış, birini ya da birşeyleri beklediler. Beklerken, bekleme süresi kimimizin hayatında öyle geniş zamanlara yayılır ki, beklemeyi bir duygu yerine bir meslek gibi adlandırmak çok da yanlış gelmedi bana.


Kan Ağacı'nda olaylar sürekli geçmiş ve bugün arasında gidip geliyor... Zaman, bir romancı için neyi temsil eder?

Geçmişi kavrayamadan bugünü ya da geleceği kavrayamayız diye düşünüyorum. Tıpkı ölümü kavramadan, hayatın değerini kavrayamayacağımız gerçeği gibi. Zaman bir romancıya, geniş bir alan sağlaması açısından çok değerlidir. Geçmişle bugün arasında, her neyi anlatıyor olursa olsun, hem bir kıyasa olanak tanır çünkü; hem de kurgusal açıdan zenginleşmesine yardım eder. Zamana yayılmış bir hikâyeyi yazmayı düşünmek bile, beni hep heyecanlandırmıştır. Öyle bir kurguyu yazıyorsam, fondaki tarihe de vakıf olmam gerek. Bu araştırma süreci az buz bir heyecan değil, inan.


Kitabı okuduktan sonra çok etkilenip, çok ağladıklarını söyleyenler var, hikâyeni çok özel bir yerde tutanlar...  Kan Ağacı'nın yazarı, kitabın hikâyesi, karakterleri ve büyüsü için ne söyler merak ediyorum...

Kan Ağacı'nın kahramanları o kadar içimizden ve o kadar yaşıyorlar ki. Sohbetimizin başında senin de söylediğin gibi, okuyan herkesin bir Nergis Abla'sı olmuştur hayatında. Bir Derman dolaşmıştır hep mahallesinde, sokağında, büyüklerin ayak altında. Bir Firuze Hanım figürümüz olmuştur hep; elinde bastonuyla. Kitap, 1970 li yılların aşklarının derinliğinin, bugün yaşanan fast-food aşklarla kıyasını sağlarken, içimizde hep o eskiye olan özlemin de altını çizerek, biraz kanatıyor sanırım. O günleri yaşamayanların bile büyüklerinden dinlediği masallara benzer bir tadı var Kan Ağacı'nın hikâyesinin. Belki de bu yüzden ağlıyor okuyucularım. Aslında okuduklarına değil, özlediklerine ağlıyorlar. Ben yazarken, özlediklerime ağlamıştım.


Romanın için yazmadan önce kurguladıkların, yazarken nasıl şekilleniyor... Karşılaştığın en büyük sürpriz nedir?

Ah o sürprizler Emre... İşte ilk sorularından birine verdiğim cevapta söylediğim asıl büyü bu. Kurgum, yazmaya başlamadan öncekiyle bittiğinin arasındaki süreçte genelde pek değişmez fakat illaki bir kahraman, bilgisayarımın başına oturduğum an görünmez bir güçle parmaklarımı yönetir ve "Beni yaz." der. "Beni, bana biçtiğinden fazla yaz!" Onun ruhuma nasıl bu kadar etki edebildiğine inanamam. Onunla konuşurum, rüyalarımda savaşırım ve eğer çok güçlüyse beni mat eder. Benim karşılaştığım en büyük sürpriz hep bu olmuştur. Her iki romanımda da, çok da büyük bir misyon ya da görev yüklemediğim bir yan karakter, benden tamamen muaf bir güçle hikâyeye egemen olur ve beni çılgınca şaşırtarak başrolü alıverir diğerlerinin elinden. Kahramanlarımın yaptığı bu bazen yıldırıcı, çokça sevimli inatlaşmalar dışında kurgum zaten bellidir ve yazarken rotasından fazla çıkmadan sona doğru yürür gider.


Kan Ağacı'nı ya da genel olarak senin tarzını diğer romancılardan ayıran nedir sence?

Şiirsel dil, inandırıcılık, samimiyet ve gerçeklik. Bunlar benim iyi olduğuna inandığım özellikler. Fakat kolay ve dikkatsizce okunamayan bir yazar olduğumu da biliyorum. Bu sebeple hiçbir zaman bir best-seller rafında yer almayacak kitaplarım. Okuyucum çok değerli, dikkatli ve sorgulayıcı. Bunun bilincinde, onlara  "Bakın benim penceremden şimdi de bu görünüyor" u sunarken hep titizlenmek zorundayım.


Edebiyat dünyasına, düzenine, sistemine bakışın nedir? Yazmanın kolay olduğu bir ülkede okunmak neden meşakkatli bir eylem?

Sistemin, üç dört büyük yayınevi ve kitabevi arasında kurulduğunu, orada biçimlenip dışarıya çok da açılınmadığını artık hepimiz biliyoruz. Reklam ve tanıtım için büyük paralara ihtiyaç duyulduğunu ve bu sebeple gerçekten iyi bir çok yazarın adını duyuramadan yitip gittiğini de... Yeni ve Türk yazarlarla çalışmayı reddeden yayınevleri, şiire sıcak bakmayan bir zihin yıllarca bizim de en büyük korkumuz, kaygımız ve kırgınlığımız oldu. Aslına bakarsan okunmak meşakkatli bir iş değil. Okunmak için sunulmak meşakkatli olan. Sorun işin ticari boyutu ve edebiyata ticaret olarak bakmaya alışmış olan sistemin kırılabilmesi. Ben gerçek bir edebiyatseverin eninde ve sonunda okumaya değeceğini düşündüğü kitabı bir şekilde bulup, o göz hizasındaki raflara dizilmiş kitapların arkasından çıkaracağını ve baş tacı edeceğine inancımı hiç yitirmiyorum. Güvenim, sistemin bir gün düzeleceğine değil, genel okuyucunun bilinçleneceğine dair.


Romanlarında kullandığın, okurken hem hikâyenin keyfini veren hem de kaleminin edebi lezzetini hissettiren bir tarz, bu nasıl sağlanır?

Bu, anlatmak için seçtiğin hikayeye inanmakla ve onu aktarırken, anlatmayıp göstermek tekniğiyle sağlanır diye düşünüyorum Emre. Sinematografik aktarma tekniği, samimi ve içten bir hikâyeyle ne kadar dozunda ve iyi harmanlanmışsa, yazı da okurun kalbine o kadar iyi geçer. Doz çok mühim. Öyle hassas bir denge ki; duygulandıracağım derken bir anda okurun duygularını sömürüyor halde bulabilirsin kendini. Düşündürecekken sıkıyor halde de bulabilirsin. Burada en hassas çizgi, yazarın kendi kalbi ve yeteneğidir sanıyorum. İyi pişmiş ama tuzu çok kaçmış bir yemeği kimse yemek istemez...


Kitaplarını okuyanlar fonda hep bir müzik varmış gibi hissediyorlar... Kusursuz Veda'yı okuyanlar Mozart'a olan yakınlığını zaten öğrendiler... Kan Ağacı'nda da benzer bir sürpriz bekliyor okuyucuları. Mozart'la ya da müzikle yazınsal bağın nedir?

Mozart, müzikal olarak majör ağırlıklı beste yapmış, aslında hareketli ve neşeli müziği olan biri. Cenaze operası olarak bildiğimiz "Requiem" adlı eserindeki mistik hava dışında sevdiğim besteciler arasında birinci sırada da yer almaz. Ona olan hayranlığım, dehasından ve yaşam öyküsünün beni içine alan dokunaklı yanından kaynaklanır. "Lacrimosa" adlı eserini, hayatın doğumla ölüm arasındaki ömür dediğimiz o kısacık kesitin upuzun bir özeti gibi görürüm. Onun içinde herşey var. Doğum, aşk, acı, hüzün, mutluluk, pişmanlık, sorgular ve ölüm... Hayata dair bütün parçalar... Romanlarımda anlatacağım hikâyelerin önce müziğini tespit ederim. Her romanıma ayrı bir müzik eseri eşlik etmiştir fakat "Lacrimosa" apayrı. Okuyucularım, onunla ilgili minicik de olsa birer sürprizle sanırım her romanımda karşılacaklar.


Bundan sonraki çalışmaların neler, kendini yeni bir yolculuğa hazır hissediyor musun?

Yazı, kapağı sımsıkı kapalı bir sandığın, açıldığı anda içinden çıkan çeyizi okşaya okşaya divanlara sermeye benziyor Emre. Kapak açılmışsa ve bir roman artık yazılıyorsa öyle yan duygular, öyle farklı bir keşif çıkıyor ki ortaya, daha onu yazarken, o hikâyeye ait olmayan ama illaki söylemeliyim dediğin başka duyguların doğuyor. Hazır mıyım? Evet. Kan Ağacı, okuyucularımın raflarına henüz yerleşiyorken içimde onlar için büyümekte ve hazırlanmakta olan, girift, mistik ve tehlikeli bir aşk hikâyesi boy atmaya başladı bile. Sıradaki bu. Ve tabii şiirler... Şiir kitabı bekleyen okuyucularım için de bir sürprizim olacak bu arada.


Son olarak biri seni hâlâ ve ısrarla okumayacaksa kimleri okusun Jale?

Dili ağırdır ama Virginia Woolf okusun. Henüz tanışmadıysa Yiğit Okur'u keşfetsin. John Fawles'in satırları arasında dans etsin. Elias Canetti'nin büyülü zihninin içine girsin... Dünyasına edebi anlamda bir şeyler katabileceği incelikli yazarlara raflarında yer versin. Döne döne Kafka, döne döne ve yine Albert Camus, Ağaoğlu ve niceleri... Benim best-seller dizi romanları tavsiye etmeyeceğimi biliyordun değil mi:)


Güzel sohbetin için teşekkür ederim Jale. Şimdi sahile, asansörle inmek yerine yine o merdivenleri mi kullansak, ne dersin?


Bu sefer bir başka kahramana rastlayacağını umuyorsun, biliyorum:) Neden olmasın...


 (Aralık / 2010)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder