27 Haziran 2013 Perşembe

Suat Kavukluoğlu - Emre Kalcı Röportajı


'BENDEN UZAĞA ATTIĞIN BU ADIMI İŞARETLE, 
BİR GÜN YENİDEN SEVİLMEK İSTEDİĞİNDE, YENİDEN BAŞLAMAK İÇİN DÖNECEĞİN YER BURASI'




“Yazı o kadar güçlü ki, en silinebilir olan kaleme bile kurşun demişler...Sana yazdıklarımı silerken dikkatli ol, yaşarken ve yazarken beni ıskaladılar ama silerken seni öldürebilirler.”
 Beş kitabı bulunan yazar Emre Kalcı'yı tanımak isteyenler için 
özel bir Pazar söyleşisi...


Sizi yeni bir yazarla, Emre Kalcı'yla tanıştırmak istiyorum. Ama bu röportajın sunumunu klasik bir dille yapmayacağım. Şimdi istesem buraya alt alta bir sürü şey sıralayabilirdim. Emre için, hepimizin her gün binlerce basın bülteninden okuduğu gibi bir sürü havalı cümleyi bir araya getirebilirdim. Ama böyle yapmayacağım. Çünkü o; bu şekilde tanışmayı istemiyor sizle. Böyle bir yol tercih etse, çoktan kendisine bir basın danışmanı tutar, ne gerekiyorsa yapar, öyle ya da böyle (ama kesinlikle daha kısa sürede) bugün çok "tanınır" bir konumda olabilirdi. O kendini pazarlamak değil, yalnızca kelimelerini paylaşmak istiyor. Ben de onunla gerçekten tanışmak istiyorsanız tanışın istiyorum. O yüzden önce onun kitaplarından bazı bölümler alıntılayarak başlıyorum. İsterseniz önce onları bir okuyun. Eğer bu cümleler, kalbinizde, ruhunuzda bir yerlere dokunursa, size bir şeyler hatırlatırsa, derdinden, halinden anlarsanız ve onunla gerçekten tanışmak isterseniz, işte o zaman röportaj bölümüne geçebilirsiniz. Ama bu kelimeler gönlünüzde herhangi bir yaprak kıpırdatmazsa, o zaman bu pencereyi kapatır, geçer gidersiniz. Böylece hiç zaman da kaybetmemiş olursunuz...

Emre Kalcı'nın Kitaplarından....

“Aşk aynı yazıldığı gibi; sesli başlıyor, sessiz bitiyor..”. (Alçı, 9)
“Birilerini tanıdım; aşk yok deyip sevgilisini satan, hayat yok deyip aşkını satan, satacak bir şey kalmadı deyip ruhunu satan...Üzerine naylon geçirip eskimemeye çalışan ama dokunduğu herkesin derisini kaldırıp bakan..İçi taşlaşan, hayatın en sığ yerleriyle devamlı paslaşan...Hayat belki de sadece onlara değmeden geçebilmek ve belki de o yüzden kimsenin hayatı yok...” (Alçı, 25)
“Her gece yatmadan önce, yatağıma bende kalan saç tellerini yerleştiriyorum... Son uyanışından, son gidişinden, ilk özlenişinden kalan... Sabah uyandığımda ilk onları görmek hayatta bırakıyor beni, ilk onları görmek hayattan soğutuyor...” (alçı, 30)
“Yaptığım en doğru şey, en büyük yanlışımdı benim; yanlış insanları hep doğru aşkla sevdim...” (Alçı, 91)
“Sessizliği bir silah gibi kullanabilen herkes sevgilisinin alnına dayıyor tüm noktalama işaretlerini...Soru işaretinde zaman kazanıyor aşıklar, virgülde umutları devam ediyor, ünlemde korkuyor, noktada yeni bir başlangıç düşlüyorlar hatta...Her sevgili en çok alnında üç noktayla ölüyor...” (Kir, 17)
“Yazı o kadar güçlü ki, en silinebilir olan kaleme bile kurşun demişler...Sana yazdıklarımı silerken dikkatli ol, yaşarken ve yazarken beni ıskaladılar ama silerken seni öldürebilirler.” (Kir, 38)
“Benden uzağa attığın bu ilk adımı işaretle; bir gün yeniden sevilmek istediğinde, yeniden başlamak için döneceğin yer burası...” (Yarım, 9)
"Hayatta güçlü kalmak için her şey olabilen insanlar var... Bir veda için terk eden, bir suç için can atan, bir aşk için çark eden, bir hiç için kalp kıran...Ve hep birkaç aptal var aramızda, o insanlara aşık olan...” (Yarım, 45)
“Artık dudaklarımız birbirine değecekse, sana yolladığım eski bir mektubun zarfını yalayıp tekrar kapatacaksın, başka şansın kalmadı...” (Yarım, 61)
“Bizim oralarda biri öldüğünde, öldü demezler, "sakladık" derler...Ben de öyle yaptım, seni kalbime sakladım...” (Yarım, 80)

DEVAM ETMEK İSTEYENLER İÇİN: EMRE KALCI'YLA TANIŞMA

İlk ne zaman kendini bir kağıtla kalemin orta yerinde buldun Emre?


Tek gücümün parmaklarımın ucunda olduğunu hissettiğim gündü. Hayatımda bir daha başka bir şeye geri dönmeyeceğim kadar da kesin bir akşamdı...


Yazmak, hep bir mecburiyetten doğar bence. Başka şansı yoktur yazanın. Ona başka iyi gelen bir şey bulamaz. Sende de böyle mi başladı yazmak?

Haklısın başka şansım yoktu. Başka türlü, hayata daha büyük bir ses çıkaramayacağıma inandım. Kalbim bütün sesleri bastırıp kendi ihtilalimi ancak en çok yaralandığım yerden yapabileceğimi söyledi. Sadece kalbinin sesini dinleyen biri olarak başka şansım gerçekten yoktu...

Ben seni tanıdığımda henüz ilk kitabın "Her Aşk Biraz Kendinin Katilidir" yayınlanmıştı. İlk kitabın başka bir hatırası olmalı, ilk aşk, ilk öpüşme gibi. Senin için nasıl bir dönemdi o?

Uzun yıllar önceydi, yazdıklarımı paylaşmam gerekli mi, değil mi sorusuna cevap olacaktı o kitap ve heyecanlıydım. İlk kitabımın çıkışı ertesinde önce bir sessizlik oldu. Bir zaman sonra kitapla bağ kuran ve "gerçekliğinden" etkilenen okuyucuların sesleriyle, mektuplarıyla birden değişiverdi o sessizlik...Birilerine ilk dokunduğum, kelimeler aracılığıyla edebi ilişkiler ve dostluklar kurduğum bir dönemdi. Ama ilk aşk ve ilk öpüşme dersen, o ikinci kitabım "Alçı"dır benim için...

Yazmaya başlamak, bir yandan da gizli bir esaret sözleşmesi imzalamak demek sonsuza dek. Kağıttan, kalemden bir daha yakayı paçayı kurtarmak çok zor gibi geliyor bana. Senin için de böyle mi bu?

Dilerim bu tutsaklık hiç bitmez, hayatta özgür kalmak istemeyeceğim tek şey yazmanın esareti... Daha büyük bir güç ve daha cesur bir tavır tanımıyorum çünkü...

Keşke ben hep güzel aşklar yaşasaydım, hayatta bu kadar incinmeseydim, yaralanmasaydım da bütün bu kitaplar çıkmamış olsaydı, evimde, bahçemde çay demleyip denizin ve aşkın tadını çıkarsaydım dediğin zamanlar oluyor mu? Sonsuz mutlu olmaya "yazı"yı değişir misin başka bir deyişle?

Yazıyı sadece sonsuz mutlu olmaya değil, sonsuzluğa bile değişmem. Ne yaşadığım, ne de yazdığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. Yazdıklarım aşkın bende kalan izleri, bana ait, benim sakladığım gerçekler... Zaten hep güzel aşklar yaşadım, güzel olmasalar ayrılıklar da bu kadar yaralayıcı olmazdı sanırım. Uğruna şiirler, kitaplar yazdığım biri bugün hayatına hiç yaralanmamış gibi devam ediyor olabilir. Sadece yazılanları değil, hiç yazılmamışları da unutmuş olabilir hatta... Ama ben en çok kendine yalan söyleyen insanlardan korkuyorum... Kendi masalına küsenlerden, iyileşmiş gibi yapanlardan... Masallarımdaki kahramanlarla bir daha bir yerlerde hiç karşılaşmadım. Dünya küçük bir yer belki ama aşkın hafızası da adaletli diyorum...



Kitaplarına, kelimelerine ve bizzat yakinen sende tanık olduklarıma baktığımda, bu çocuğun böyle bir dünyada işi çok zor diye düşünüyorum. Her şeyin bu kadar hızlı tüketildiği, kimsenin hiçbir şey için geri dönüp bakmadığı, kalplerinin aşk tutmadığı, kirlendiği bir dünyaya bu kadar nezaketli, zarif ve ince yaklaşmak, daha çok yormuyor mu seni? Zorlanıyor musun devam ederken?


Aşka dokunan birinin ellerinin maharetli olması gerektiğine inanıyorum ben... Kalbinin kırılgan, teninin çekingen, inceliğinin doğurgan olması gerektiğine de... Başka türlü kurulan ilişkileri ve yakınlıkları inandırıcı bulmuyorum. Zorlayıcı ve yorucu olduğu doğru, belki de kimileri sırf bu yüzden kolay tarafıyla ilgileniyor aşkın... Ama aşkın kimseyi fedakarlık yapmadan mutlu etme sözü yok... Ben kendime hep aşkı yakıştırdım, aşka doğru insanları yakıştıramamış olabilirim en fazla...


SON KİTABI "YARIM"LA İLGİLİ:


Son kitabın "Yarım" bütün "yarım" kalmış aşklara hüzünlü bir saygı duruşu gibi. Aşk yarım kalınca, çok daha derin izler bırakıyor değil mi?


Bir aşk yarım kalınca en çok "yaşanmamış olasılıklar" incitiyor insanı. Denenmemişler, vakit bulunamamışlar, akla gelmemişler, söylenmeyip dudakta kalmışlar... Unutmak böyle durumlarda daha zor. Çözülmemiş bir problemin çözülmediği için hep kafa kurcalaması gibi. Mutlaka ara sıra aklınıza gelip kendini size hatırlatacak bir hatıra oluyor aşk yarım kalırsa. Bir şarkıyla, bir cümleyle ortaya çıkmaya ve aynı soruları yeniden sordurmaya hep hazır...


"Yarım" kalan bir aşkın tamiri var mı? 


Yarım kalan bir aşkın tamiri yok, hep bir zalimi var...


Senin "yarım" kalmış hikâyelerin var mı aşkta?


İki yarım kalmış hikâyem var ve ikisi bir bütün bile etmiyor düşündüğümde... Bazı anılarla karşı karşıya geldiğinde, ne boğmak ne kucaklamak, ikisi için de boynuna sarılamazsın ya, işte öyle...


Bir aşk neden yarım kalır sence? Senin yaşadıkların neden yarım kalmıştı? 

Bir aşkı tamamlamaya gücü olmayıp, bir ayrılığı taşımaya gücü olan herkesin ortak yalanıdır sırtını dönüp gitmek. Benimkisi de kimseden farklı değil, kalbini emanet ettiğin birinin iki kalple daha mutlu olduğunu hissedip sonra kendi kalbiyle bile mutlu olamadığını anlaması arasında geçen zaman "yarım kalmış aşk"...

Senin aşk tarihinde "aşk"ı beceremeyen, bir hikâyeyi sürdüremeyen hep karşı taraf mı oldu?

Aşkı "beceren" hep karşı taraf oldu, ben de bir hikâyeyi bu kadar değersiz sürdüremeyen taraf...



Peki ya "aşk"ı öğrenmek, güzel âşık olmak, hep güzel bir sevgili olmak diye bir şey var mı? Yoksa "aşk" hiç belli olmaz mı? Yani bir ilişkide dünyanın en iyi sevgilisiyken, bir sonrakinde en kötüsü olabilir mi insan?


Hep güzel bir sevgili olmak mümkün olmayabilir ama "güzel bir âşık" olmanın pek değişebilir olduğunu düşünmüyorum. Güzel âşık olursanız, yaşadığınız aşk da güzelleşir kendiliğinden. Karşı tarafın aşkla hayatını ne kadar doldurabildiğiyle, adanmışlığıyla ilgili bir şey bu bence. Bazısı aşkla güzelleşir, bazısı aşkla doyar, bazısı aşkla sadece bir âşık olabilir en fazla...


Yine yazdığın gibi hep "sesli" başlayıp "sessiz" biten bir şey mi aşk? Başka türlü olma ihtimali yok mu?

Sesli başladığı doğru, çünkü heves suskun kalamaz. Sessiz bitmesinin nedeniyse, sessizliğin en kolay çıkarılabilen ses olması. Hiç çaba harcamadan, kaçarken bir mektup bırakır gibi... "Ben söyleyemedim utancımdan ama küçük bir not yazdım" demek gibi... Kaleme ve bir parça kağıda bile sessizlikle ihanet etmek mümkün yani...

Sen "aşk"ı en güzel anlatan adamsın bana göre. Tekrar tekrar, yeniden ama yeniden bambaşka kelimelerle. Senin "aşk"tan başka mucizen yok mu Emre?

Teşekkür ederim, umarım bir gün en güzel anlayan adam da olurum yine "aşk" sayesinde. Anlamaya çalıştığım için kitaplar dolusu yazdığım şey gerçekten benim tek mucizem. Aşk benim için yaşadığımız hayatın iyileşme ihtimali. Her hissedilenin daha derin olma sözü... Mucizem, çünkü peşine düştüğüm ve inandığım daha büyük bir gerçek yok...

Kitabın bir yerinde diyorsun ki "Artık dudaklarımız birbirine değecekse, sana yolladığım eski bir mektubun zarfını yalayıp tekrar kapatacaksın, başka şansın kalmadı"... Bu kadar keskin mi olur sende bitişler? Asla bir ikinci şans olamaz mı? Bittiği zaman sonsuza dek biter mi sende? 

Bir mektup yollandığında, zarf açılıp okunmuşsa bir kere ve cevap yazılmamışsa, ben daha sonra verilmiş hiçbir cevaba inanmam. İnsanı heyecanlandıran, ateşleyen hiçbir şey başka bir zamanı kollamaz, bir diğer olasılığı dinlemez. Aşkın yaşanılan her saniyesi o anlıktır. Değilse eğer, düşünme payı varsa; son, başlangıçtan daha yakındır... Bu yüzden ikinci şanslara da inanmam, ilk şansın kıymetini bilme taraftarıyım... Aşkta ilk şans ikinciyi yaratmaz ama ikinci şans hep üçüncüyü hazırlamaya meyillidir...

Peki sana geri gelmek için elinden gelen herşeyi yapsa, her türlü taklayı atsa, ne bileyim dünyayı yaksa yıksa da duvara mı çarpar sende?

Elinden herşey gelen birinin elini hiç bırakmadım hayatımda. Gözyaşıyla dünyayı karşımda yakıp yıkmış biri için, kendi sözümü yemeye de kalktım aşk için... Ama aşk öyle sonradan üzerine giyebileceğin bir şey değil, hamurunda yoksa gerçekten giyeceğin her şey büyük gelir. Bunu da gördüm. Aşk için en iyisini yapacak, kalbinin sesiyle hareket edecek, onu kaybetmemek için telaşlanacak kaç kişi kaldıysa, sadece onlara duvarım yok, büyük hürmetim var...


Senin "aşk"ta derdin ne?

Her şeyde olduğu gibi vicdan...


"Aşk"ın senle derdi ne peki Emre?

Vicdanımı sevmesi belki, inancımın gücünü bilmesi de olabilir...


Seni okumak "aşk"la hayatın neresinde durduğumuzu, "aşk"a ne kadar layık kaldığımızı gösteren sert bir yüzleşme gibi. Sen öyle adanmışsın ki "aşk"a, geride kalan bizlere bakıp ağlamak geliyor içimden. Kirlendiğimizi düşünüyorum. "Aşk"ta yara açanlar, bu kirlilerin arasından mı çıkıyor hep Emre?

Aşkta yara açanlar kirlilerin arasından değil, aksine masum olanların arasından çıkıyor hep... Çünkü hepimiz kendi katilimizi masumlardan seçeriz aşkta. Hayal kırklığı, bizim masumlardan bir katil çıkarabilme potansiyelimize olan kızgınlığımızdır belki de... Ben durduğum yere, aşka ihanet etmemeye çalışıyorum sadece, teslim olacak kadar güvenebileceğim tek yer burası...


"Aşk"ta herkes bir gün kendi ihtilalini yapacaktır, diyorsun. Tam olarak neden söz ediyorsun?

Adaletten bahsediyorum, aşkta adaletten. Tüm adanmışların kendi haklarını alacaklarına ve takılıp kaldıkları, yenilgi sandıkları eskilerden, unutarak ve kendilerini daha çok severek galip çıkacaklarına inanıyorum. Arkalarına bakacaklarına ama geri dönmeyeceklerine, verdikleri sözleri tutacaklarına ama tutulmamış sözleri bir daha umursamayacaklarına, ayrılıkla ne kadar yıkılırlarsa aşkla yeniden ayağa kalkacaklarına da inanıyorum...


Bundan sonra da hep "aşk"ı mı yazacaksın? Senden sürpriz hikâyeler de bekleyelim mi?

Önceki kitaplarımdan ikisi, "Kir" ve "Alçı" üçlemenin iki kitabıydı, üçüncüsünü yazacağım mutlaka. Ama yeni yazdığım kitap için yine "aşk" yazıyorum diyemem...


Bir roman yazman konusunda ben dahil çevrenin yoğun bir baskısı var sana. Ne kadar hazır hissediyorsun kendini roman yazmaya?


Roman yazmak başka bir donanım gerektiriyor, başka algı, başka yoğunluk. Ayrıca uzun cümlelerin ve anlatımların adamı değilim sanırım. Daha rafine bir yazım tarzım var. Kendimi roman yazmaya hazır ve yakın hissedeceğim bir zamanım olmadı henüz. Hayranı olduğum yazar Jale Demirdöğen'in yakında yayınlanacak yeni romanını da okuduktan sonra, bir romana kalkışmamamın şimdilik doğru bir seçim olduğuna inanıyorum. Güzel romanlar okuyup, onlara hayranlık duymak güzel şu an...

Yazıyla serüveninde en büyük destekçinin okurların olduğunu biliyorum. Onlarla çok özel bir bağ var aranızda. Onların senin hayatındaki yerinden söz eder misin?

Benim için her okuyucum, cümleler aracılığıyla kurmuş olduğum sihirli bir bağ. Onlarla yazışmak, tanışmak; en büyük meselemizde bu kadar ortaklıklar bulmak büyük bir şans ve deneyim. Elimden o kadar güzel tutuyorlar ki, ellerine sıkıca sarılmaktan gurur duyuyorum. Bir dinleyicinin olmadığı yerde bir anlatıcı en fazla ne kadar değerli olabilir... Hepsine ayrı ayrı teşekkür borçluyum...

Okurlarınla böylesine derin bir bağın varken, seni nedense çok fazla ortalarda görmüyoruz. Geride durmak, senin tercihin mi?

Sanırım böylesinden memnunuz, ben de, okuyucularım da... Birbirimiz için o kadar ön plandayken, başka bir yerde geri durmayı ya da kalmayı önemsemiyorum hiç...


Okuyucularının genel profili hakkında sen ne düşünüyorsun? 

Aşkı hayatlarının önemli bir parçası haline getirmek için çabalamış, yaralanmış ama kendi yaralarından ve onlardan bahsetmekten hiç utanmamış aksine gurur duymuş bir topluluğuz sanırım... Geçmişte bırakıldığımıza itirazımız var belki ama geçmişe dönmeye tenezzülümüz de yok... Okuyucularım deyince, onları kendimden ayırmıyorum bu meselede. Bir "biz" olma durumu söz konusu...

Yara açan da, yaralanan da seni okuyor. Herkesin yolu yazılarında ya da bir cümlende mutlaka bir kez daha kesişiyor. Sen bu karşılaşmaları nasıl karşılıyorsun peki?

Ben taraf tutmaya inanıyorum. Aşkta yara açanla, yaralananı hiçbir zaman aynı kefeye koymam. Biri bunu hayatın en vicdansız köşesinden ya da en anlamsız yerinden yapabilir ancak. Ağlatana, ağlayanla aynı cümlelerde üzülme lüksü tanımıyorum. Beni okuyanlar için de farklı bir şey söylemem. Birini üzen, zamanı gelince başka biri tarafından üzülüyorsa, kendi adaleti için sevinsin, karşı tarafa geçmeye kalkışmasın bence. Herkes kendine layık bularak kendi eliyle yarattığı köşeyi sevsin, ve bir başkası tarafından kucaklanmayacağı tarafı heves etmesin...

Her önüne gelenin kitap yazdığı ve bu kitapların dünyanın en kıymetli şeyleriymiş gibi pazarlandığı bir devirde, sen daha önde olmayı hak etmiyor musun sence? Neden bu kadar sessiz kalıyorsun? Sen de bu pazarlama tekniklerinin hepsini kullanabilirsin aslında...

Ben edebiyatın bir pazarlama değil paylaşma alanı olduğunu düşünüyorum. Buna kalpten inanıyorum. Yazar ve okur arasında bire bir duygu paylaşımıdır kitaplar. Daha önde olmak fikri bir yazarın kalbinde yazdıklarından daha önde olduğunda, her şey büyüsünü ve sahiciliğini yitiriyor diye düşünüyorum. Ben burada ve arkada kendi sevenlerimle mutluyum gerçekten...


Edebiyat dünyası ne durumda, şimdi için ve gelecek için fikirlerin ve beklentilerin neler?

Genç ve yeni yazarlar için kaygan ve zor bir zemin hazırladılar elbirliğiyle... Bahsettiğim büyük yayınevleri, tanınmış yazarlar ve edebiyat dünyasının köşelerini tutmuş insanlar. Herkes kendi sevdikleriyle, eski dostlarıyla ya da kazanç getirenle ilgileniyor. Diğerlerine şans tanımak gibi bir düşünceleri ve hisleri yok. Ancak iyi yazan hiç kimseyi engelleyemeyeceklerine de kalpten inanıyorum. Geçmişte engellenemediği gibi gelecekte de engelleyemeyecekler... Edebiyatı bir hırs platformu bir şan şöhret arenası gibi gören kimseyi ciddiye almıyorum. Eskiden sevilen yazarlar vardı, şimdi sadece sevilen kitaplar var. Kendi mutsuzluklarını da kendileri yarattılar yani...

Son sorum: Sana bu kitapları yazdıranlara dönüp bir şey söylemek ister misin?

İyi ki varlardı ve iyi ki yoklar!...




KENDİ CÜMLELERİYLE KİTAPLARI:


HER AŞK BİRAZ KENDİNİN KATİLİDİR:

Her ses yankısıyla büyür ve her söz kendi gerçeğiyle çıplaktır...

ALÇI: 
Her kırık bir alçıyla düzelirken, alçı hangi kırıkla üzülür...

SESSİZ DÜET SİLAHSIZ DÜELLO: 
Aşkta davet ettiğiniz yere kimse gelmiyorsa, davet edilmediğiniz yere son sözü söylemek için kendi sözcüklerinizle siz gidin...

KİR: 
Suya güvenmek ve bir yağmura inanmaktır kurtuluş, kalbinizi yakan alev bir türlü söndürülemiyorsa...

YARIM: 

Yarım bırakanların elinde, yarım bıraktıklarından fazlası yok. Artık kendileri için de üzülebilirler...




Suat Kavukluoğlu / Ağustos 2010

Emre Kalcı - Jale Demirdöğen Söyleşisi





İzmir, soğuk öncesi son güneşli günlerini yaşarken, birlikte tarihi Asansör'ün yan sokağındaki dik merdivenleri çıkıyoruz Jale Demirdöğen ile... O merdivenler, yeni romanında okuyucusunu davet ettiği özel dünyasının da basamakları aynı zamanda... Eskinin tanıdık kokusunu duyumsarken, bir kadın karşısındaki evin penceresine sesleniyor, irkiliyoruz ikimiz de... Belli ki roman hem yazarında, hem de bir okuyucusunda aynı izi bırakabilecek kadar iyi bir roman... Biz camdan cama konuşmaları orada bırakıp merdivenleri çıkmaya devam ederken, belki başka karakterlere de rastlayabileceğimiz ümidiyle, sohbet edeceğimiz mekana doğru yürüyoruz... Jale'ye, yazdıklarından sonra burada olmak, o merdivenlerde eskiye tanıklık etmek nasıl bir duygu diye soruyorum... Jale gülümseyip bir başkasını işaret ediyor gözleriyle, dönüp baktığımda şaşırıp kalıyorum... Roman kahramanlarının her an rastlayabileceğimiz insanlar olduğuna şaşırıyorum belki de... Sohbet İzmir'in eski mahallelerinden, eski ilişkilerinden; İstanbul'a ve günümüz ilişkilerine uzanıyor sonra...
İlk romanı "Kusursuz Veda"nın ardından Nemesis Kitap etiketiyle yayımlanan; edebi anlatımı, derinliği, müthiş kurgusuyla okuyucuyu kendisine hayran bırakan "Kan Ağacı"nı soruyorum Jale Demirdöğen'e ve ondan bir tutkuyu anlatmasını istiyorum... Yazmayı...



Roman bir tutku, biliyorum... Senin tutuluşun nasıl oldu Jale?

Emre, bu tutuluş daha ortaokul yıllarımda, hem de klasiklerden birini okurken, sonradan inanamayacağım ve hadsiz bulduğum bir cesaretle, ben olsam bunu başka türlü yazardım gibi bir cümleyi içimden geçirdiğimde başladı... Kendime, yaşadığımdan ayrı ve kitaplardan oluşan bir dünya yaratmıştım. O dünya içinde nefes almaya başladığımı hissettiğimde, okumanın bana yetmediğini, söyleyecek sözlerim olduğunu ve ileride bir gün romanlar yazmak istediğimi fark ettim. Bu en büyük hayalim ve tutkum oldu. Haddimi bildim, çok okudum, kendimi donattım ve artık hazırım dediğimde de ilk romanımın başına oturdum. İşte bu derin tutkunun ilk ateşi daha o yıllarda düştü içime... Hem de bazı yazılmışları bile şiddetle değiştirmek gibi yükselmiş bir arzunun eşliğinde:)


Okurlar seni, romanlarından önce şair kimliğinle tanıyorlar... Şiir mi, roman mı? Hangisi daha büyülü ve hangisi kalemine küsse daha çok etkilenirsin?

Şiirle yirmi yıldan fazla ilgilendim ve yadsıyamayacağım kadar mühim bir edebiyat dalı o benim için. Şiir dilim, roman dilime büyük katkıda bulundu ve romanlarımda kullandığım dilin biraz da şiirsel olmasını sağladı. Bu sebeple şiire minnet borçluyum fakat sen büyüyü sordun ki, şiiri asla hayatımdan öteleyemesem de bir roman yaratma süreci benim için şiirden çok daha büyülü oldu hep. Aslında iç içe iki dil. Roman yazma sürecinde kendimi tanıdığımı, yeniden ve her seferinde başka bir yönümle keşfettiğimi fark ediyorum. Şöyle düşün ki; şiir yazmak uzun ve heyecanlı yolculukların mola saatleriyse, roman yazmak o yolculuğun ta kendisi. Yine de bir şiirden bir roman, bir romandan yüz şiir çıkarabilecek kadar da seviyorum her ikisini de.


Kusursuz Veda nasıl bir başlangıçtı senin için? İlk roman, bir yazarın hayatında nerede durur?

Kusursuz Veda, kendimle ilk kez yüzleştiğim, kendime bir romancı olup olamayacağımı sorduğum ve üç yıllık yazım sürecinde beni ciddi şekilde yormuş fakat meyvelerini artık vermeye başlamış ilk göz ağrısı benim için. Bence ilk roman bir yazarın hayatında başlangıç noktası olmasından doğan bir özellikle çok mühim bir yerde durur. Ondan sonra yazacaklarının ister istemez kıyasa tabi tutulduğu mercidir. Onun altında kalma ya da üzerine çıkamama kaygısını taşır insan... Bu sebeple ilk roman ne kadar iyi dönüşler getirmişse, yazar o kadar rahat bir soluk alır. Kusursuz Veda benim için iyi bir başlangıçtı diyebilirim.


Bir romana en çok hayat veren nedir? Yazar romanını tamamladığında, onu eserinin iyi olduğuna ilk ikna eden şeyi sorsam?

Bir romana en çok hayat  veren şey, neyi anlatıyor olursa olsun, bunu anlatması için seçilip donatılan kahramanların gerçekten yaşıyor olduğunu okuyucuya hissettirmesidir. Bir başka deyişle samimiyettir. Hangi dille yazılmış olursa olsun, okuyucu anlatılandan ziyade kahramanların gerçekliğiyle ilgilenir. Yazar, onları ve anlattıklarını ne kadar gerçek verirse o roman o kadar yaşayacak demektir.O gün için değil, bir romanı yazıldığından yıllar sonra açıp okuduğunuzda size ilk okuduğunuz zamanki tadı yine verebiliyor, inandırıcılığını sonraki okuyuşlarınızda da koruyabiliyorsa o roman iyidir. Bu sebeple bir romanı tamamladığımda onun iyi olduğuna beni ikna eden ilk şey işte bu gerçeklik hissine inanıp inanmadığımdır. Buna yazar vasfımdan soyunup okuyucu vasfımla da inanmışsam, o eser iyidir.


Hikâyenin kahramanlarından birinin başına bir şey geldiğinde, kahramanın mı, yazarın mı canı daha çok yanar?

Emre, bu öyle güzel ve sızlatan bir soru ki... Vaktimiz olsa üzerinde uzun uzun düşünmek isterdim. Çünkü öyle iç içe bir acıdır ki o... Bir kahramanın başına bir şey geldiği anları yazarken hep ağlarım. Demek ki yazar olarak benim canım çok yanıyor. Fakat ilerki sohbetlerde kahramanın adı geçtiğinde, "Onun için çok üzüldüm" gibi bir cümle kurabiliyorsam, kahramanımın da canı yanmış olmalı. Şimdi kendimi kötü hissettim biliyor musun... Keşke hayat kimsenin başına kötü bir şey gelmediği bir süreç olsa, kahramanlar da yazarlar da acı çekmeseler. Fakat hayatı yazıyorsak bu acıya baştan hazır olmak gerek.


Kusursuz Veda için "vicdan" ile ilgili bir roman diyorum ben, Kan Ağacı için sen ne dersin?

Kan Ağacı, günümüz insanının "Yalnızlık, Özgürlük ve Bekleyiş" üçgeni içinde kendini nereye koyduğunu sorgulayacağı bir roman. Hangisi? Yalnızlık özgürlük müdür gerçekten? Yoksa bekleyiş esaret midir? Belki de Kusursuz Veda için bir "vicdan" romanıdır diyebiliyorsak, Kan Ağacı için de bir "sabır " romanıdır diyebiliriz. Bu üçgen içerisinde nereye savrulursak savrulalım, sonu sabra dayanır çünkü. Çözüm, o sabırdadır; tabii ki gösterebilen için...


Okuyucuya yeni ve çok etkileyici olan "bekleyici" kelimesini hediye etmenin nedeni bu mu peki?

Hangi yaşta, hangi durumda, hangi konumda olursak olalım, aslında hepimiz birer bekleyiciyiz. Kitabımdaki karakterlerin her biri; ölü yada diri, bugüne yada geçmişe ait, yaşanmış yada henüz yaşanmamış, birini ya da birşeyleri beklediler. Beklerken, bekleme süresi kimimizin hayatında öyle geniş zamanlara yayılır ki, beklemeyi bir duygu yerine bir meslek gibi adlandırmak çok da yanlış gelmedi bana.


Kan Ağacı'nda olaylar sürekli geçmiş ve bugün arasında gidip geliyor... Zaman, bir romancı için neyi temsil eder?

Geçmişi kavrayamadan bugünü ya da geleceği kavrayamayız diye düşünüyorum. Tıpkı ölümü kavramadan, hayatın değerini kavrayamayacağımız gerçeği gibi. Zaman bir romancıya, geniş bir alan sağlaması açısından çok değerlidir. Geçmişle bugün arasında, her neyi anlatıyor olursa olsun, hem bir kıyasa olanak tanır çünkü; hem de kurgusal açıdan zenginleşmesine yardım eder. Zamana yayılmış bir hikâyeyi yazmayı düşünmek bile, beni hep heyecanlandırmıştır. Öyle bir kurguyu yazıyorsam, fondaki tarihe de vakıf olmam gerek. Bu araştırma süreci az buz bir heyecan değil, inan.


Kitabı okuduktan sonra çok etkilenip, çok ağladıklarını söyleyenler var, hikâyeni çok özel bir yerde tutanlar...  Kan Ağacı'nın yazarı, kitabın hikâyesi, karakterleri ve büyüsü için ne söyler merak ediyorum...

Kan Ağacı'nın kahramanları o kadar içimizden ve o kadar yaşıyorlar ki. Sohbetimizin başında senin de söylediğin gibi, okuyan herkesin bir Nergis Abla'sı olmuştur hayatında. Bir Derman dolaşmıştır hep mahallesinde, sokağında, büyüklerin ayak altında. Bir Firuze Hanım figürümüz olmuştur hep; elinde bastonuyla. Kitap, 1970 li yılların aşklarının derinliğinin, bugün yaşanan fast-food aşklarla kıyasını sağlarken, içimizde hep o eskiye olan özlemin de altını çizerek, biraz kanatıyor sanırım. O günleri yaşamayanların bile büyüklerinden dinlediği masallara benzer bir tadı var Kan Ağacı'nın hikâyesinin. Belki de bu yüzden ağlıyor okuyucularım. Aslında okuduklarına değil, özlediklerine ağlıyorlar. Ben yazarken, özlediklerime ağlamıştım.


Romanın için yazmadan önce kurguladıkların, yazarken nasıl şekilleniyor... Karşılaştığın en büyük sürpriz nedir?

Ah o sürprizler Emre... İşte ilk sorularından birine verdiğim cevapta söylediğim asıl büyü bu. Kurgum, yazmaya başlamadan öncekiyle bittiğinin arasındaki süreçte genelde pek değişmez fakat illaki bir kahraman, bilgisayarımın başına oturduğum an görünmez bir güçle parmaklarımı yönetir ve "Beni yaz." der. "Beni, bana biçtiğinden fazla yaz!" Onun ruhuma nasıl bu kadar etki edebildiğine inanamam. Onunla konuşurum, rüyalarımda savaşırım ve eğer çok güçlüyse beni mat eder. Benim karşılaştığım en büyük sürpriz hep bu olmuştur. Her iki romanımda da, çok da büyük bir misyon ya da görev yüklemediğim bir yan karakter, benden tamamen muaf bir güçle hikâyeye egemen olur ve beni çılgınca şaşırtarak başrolü alıverir diğerlerinin elinden. Kahramanlarımın yaptığı bu bazen yıldırıcı, çokça sevimli inatlaşmalar dışında kurgum zaten bellidir ve yazarken rotasından fazla çıkmadan sona doğru yürür gider.


Kan Ağacı'nı ya da genel olarak senin tarzını diğer romancılardan ayıran nedir sence?

Şiirsel dil, inandırıcılık, samimiyet ve gerçeklik. Bunlar benim iyi olduğuna inandığım özellikler. Fakat kolay ve dikkatsizce okunamayan bir yazar olduğumu da biliyorum. Bu sebeple hiçbir zaman bir best-seller rafında yer almayacak kitaplarım. Okuyucum çok değerli, dikkatli ve sorgulayıcı. Bunun bilincinde, onlara  "Bakın benim penceremden şimdi de bu görünüyor" u sunarken hep titizlenmek zorundayım.


Edebiyat dünyasına, düzenine, sistemine bakışın nedir? Yazmanın kolay olduğu bir ülkede okunmak neden meşakkatli bir eylem?

Sistemin, üç dört büyük yayınevi ve kitabevi arasında kurulduğunu, orada biçimlenip dışarıya çok da açılınmadığını artık hepimiz biliyoruz. Reklam ve tanıtım için büyük paralara ihtiyaç duyulduğunu ve bu sebeple gerçekten iyi bir çok yazarın adını duyuramadan yitip gittiğini de... Yeni ve Türk yazarlarla çalışmayı reddeden yayınevleri, şiire sıcak bakmayan bir zihin yıllarca bizim de en büyük korkumuz, kaygımız ve kırgınlığımız oldu. Aslına bakarsan okunmak meşakkatli bir iş değil. Okunmak için sunulmak meşakkatli olan. Sorun işin ticari boyutu ve edebiyata ticaret olarak bakmaya alışmış olan sistemin kırılabilmesi. Ben gerçek bir edebiyatseverin eninde ve sonunda okumaya değeceğini düşündüğü kitabı bir şekilde bulup, o göz hizasındaki raflara dizilmiş kitapların arkasından çıkaracağını ve baş tacı edeceğine inancımı hiç yitirmiyorum. Güvenim, sistemin bir gün düzeleceğine değil, genel okuyucunun bilinçleneceğine dair.


Romanlarında kullandığın, okurken hem hikâyenin keyfini veren hem de kaleminin edebi lezzetini hissettiren bir tarz, bu nasıl sağlanır?

Bu, anlatmak için seçtiğin hikayeye inanmakla ve onu aktarırken, anlatmayıp göstermek tekniğiyle sağlanır diye düşünüyorum Emre. Sinematografik aktarma tekniği, samimi ve içten bir hikâyeyle ne kadar dozunda ve iyi harmanlanmışsa, yazı da okurun kalbine o kadar iyi geçer. Doz çok mühim. Öyle hassas bir denge ki; duygulandıracağım derken bir anda okurun duygularını sömürüyor halde bulabilirsin kendini. Düşündürecekken sıkıyor halde de bulabilirsin. Burada en hassas çizgi, yazarın kendi kalbi ve yeteneğidir sanıyorum. İyi pişmiş ama tuzu çok kaçmış bir yemeği kimse yemek istemez...


Kitaplarını okuyanlar fonda hep bir müzik varmış gibi hissediyorlar... Kusursuz Veda'yı okuyanlar Mozart'a olan yakınlığını zaten öğrendiler... Kan Ağacı'nda da benzer bir sürpriz bekliyor okuyucuları. Mozart'la ya da müzikle yazınsal bağın nedir?

Mozart, müzikal olarak majör ağırlıklı beste yapmış, aslında hareketli ve neşeli müziği olan biri. Cenaze operası olarak bildiğimiz "Requiem" adlı eserindeki mistik hava dışında sevdiğim besteciler arasında birinci sırada da yer almaz. Ona olan hayranlığım, dehasından ve yaşam öyküsünün beni içine alan dokunaklı yanından kaynaklanır. "Lacrimosa" adlı eserini, hayatın doğumla ölüm arasındaki ömür dediğimiz o kısacık kesitin upuzun bir özeti gibi görürüm. Onun içinde herşey var. Doğum, aşk, acı, hüzün, mutluluk, pişmanlık, sorgular ve ölüm... Hayata dair bütün parçalar... Romanlarımda anlatacağım hikâyelerin önce müziğini tespit ederim. Her romanıma ayrı bir müzik eseri eşlik etmiştir fakat "Lacrimosa" apayrı. Okuyucularım, onunla ilgili minicik de olsa birer sürprizle sanırım her romanımda karşılacaklar.


Bundan sonraki çalışmaların neler, kendini yeni bir yolculuğa hazır hissediyor musun?

Yazı, kapağı sımsıkı kapalı bir sandığın, açıldığı anda içinden çıkan çeyizi okşaya okşaya divanlara sermeye benziyor Emre. Kapak açılmışsa ve bir roman artık yazılıyorsa öyle yan duygular, öyle farklı bir keşif çıkıyor ki ortaya, daha onu yazarken, o hikâyeye ait olmayan ama illaki söylemeliyim dediğin başka duyguların doğuyor. Hazır mıyım? Evet. Kan Ağacı, okuyucularımın raflarına henüz yerleşiyorken içimde onlar için büyümekte ve hazırlanmakta olan, girift, mistik ve tehlikeli bir aşk hikâyesi boy atmaya başladı bile. Sıradaki bu. Ve tabii şiirler... Şiir kitabı bekleyen okuyucularım için de bir sürprizim olacak bu arada.


Son olarak biri seni hâlâ ve ısrarla okumayacaksa kimleri okusun Jale?

Dili ağırdır ama Virginia Woolf okusun. Henüz tanışmadıysa Yiğit Okur'u keşfetsin. John Fawles'in satırları arasında dans etsin. Elias Canetti'nin büyülü zihninin içine girsin... Dünyasına edebi anlamda bir şeyler katabileceği incelikli yazarlara raflarında yer versin. Döne döne Kafka, döne döne ve yine Albert Camus, Ağaoğlu ve niceleri... Benim best-seller dizi romanları tavsiye etmeyeceğimi biliyordun değil mi:)


Güzel sohbetin için teşekkür ederim Jale. Şimdi sahile, asansörle inmek yerine yine o merdivenleri mi kullansak, ne dersin?


Bu sefer bir başka kahramana rastlayacağını umuyorsun, biliyorum:) Neden olmasın...


 (Aralık / 2010)

Filmler ve Kelimeler - 1


"vazo"



19 Haziran 2013 Çarşamba

Yasemin Pulat'ın Emre Kalcı'yla, "Kir" adlı kitabı hakkında yaptığı söyleşi...

Yasemin Pulat: Bu kitapta bahsettiğin kir neyin kiri? Kirli olan ne? Aşk mı, duygular mı, insanlar mı kirlendi?
Emre Kalcı: Aslında "Kir" sondan başa yürüyen bir üçlemenin ikinci kitabı… Kir’de anlattığım hikâye, okuyucuların daha önce Alçı'da okumuş olduğu örgünün yarım kalmış veya öncesi bilinmeyen durumlarını anlatan, havada kalmış gibi duran cümlelerini ve nedenlerini de açıklığa kavuşturan bir devam hikâyesi. İnsanların neden kirlendiğini, aşkın insanı nasıl kirlettiğini, bir aşktan çıkınca insanın kendini neden kirli hissettiğini anlatan, buna okuyucuyu da ortak eden, herkesin aşkından herkesin hayatından da bir şeyler bulabileceği, ortaklıklar yakalayabileceği bir kitap Kir...
Yasemin Pulat: Neden kirlenir insan aşkta?
Emre Kalcı: Herkesin hikâyesi aslında başka... Ben kendi hikâyemi anlattım. Bugüne kadar yazdığım her şeyde hep kendi hikâyemi anlattım. Belki bundan sonra başka şeyler anlatacağım ama şu ana kadar yazdığım her şey gerçek. Bire bir yaşanmış ve hiçbir kurgusu olmayan şeyler. Benim anlattığım kirlenme, masumiyetin ve saflığın yitirilmesi… İnsanın artık kendini eskisi kadar saf ve temiz hissetmediğinde, kendine bile ceza verecek kadar kırıldığı noktalar...

Çok satan biri olmak istemiyorum!             

Yasemin Pulat: Kalpleri temizleyecek olan da yine aşk değil mi? Aşk her şeye rağmen kalmış en temiz şey değil mi? Yaman bir çelişki gibi ama aşkla kirlenen yine aşkla temizlenmeyecek mi?
Emre Kalcı: Bu bir kısır döngü aslında… Kitapta da anlattığım gibi, hikâyede en başından beri yağmura hazırlık var. Kir’i anlatırken aslında yağmuru da bekliyorum. Bir aşkın kirinden arınmak yine başka bir aşkla olacaktır ve o aşktan önce mutlaka yağmur yağacaktır…
Yasemin Pulat: Sessiz bir yazar olduğunu düşündüm senin hep nedense. Yani popülist olmayan diyelim. Televizyonlara çıkıp üzerine bir takım ünvanlar takıp takıştırmayan. Ben ilişki gurusuyum, aşk uzmanıyım, aşk doktoruyum vs… demeyen, böyle iddiaları olmayan, kendi halinde, yazan çizen, hisseden…
Emre Kalcı: Bu kasıtlı bir çaba mı dersen, değil. Benim hayattaki duruşum bu. Şu anlamda kasıtlı olabilir; bu kitabın okuyucusu zaten incelikli, sıradan olmayan, naif bir okuyucu. Kendisi de yaralı olan bir okuyucu. Ortak bir şey bulmaları için yazılanların yakınlarında dolaşmış olmaları lazım. Kitaplarımı okuyup da bana mail atan, ya da "ben de şöyle bir şey yaşamıştım" diye benimle hayatını paylaşanlara cevap veremeyecek yoğunlukta bir yazar olmak, o kadar çok satan biri olmak istemiyorum açıkçası!
Yasemin Pulat: Kendilerine bir takım misyonlar iliştirip, başkalarına akıl veren, sanki duyguların okulu varmış gibi duygu öğretmenliği yapan yazarlara karşısın yani?
Emre Kalcı: Böyle bir şeyin okulu yok zaten Yasemin. Bir insanın kendini her hangi bir konuda, hatta en iddialı olduğu, hayatını adadığı bir konuda dahi, bir şeyin duayeni, gurusu ilan etmesi başlı başına saçma bir durum. Hele ki insani duygular işin içine girince hem çok gülünç hem de çok yanlış.

Rafine bir yazarım ben!

Yasemin Pulat: Edebiyatta sınırlar olduğuna inanıyor musun?
Emre Kalcı: Türkiye’de böyle bir durum var evet. Ben Avrupa’yı da takip ediyorum. Dünyanın edebiyatta geldiği noktayı da takip ediyorum. Kitapları, yeni yazarları, onlara açılan kapıları, çok satan listelerini… Bizde durum şu; edebiyat dünyası tekel… Yeni yazarlara, yeni akımlara, denemelere ve kısaca yeniliklere açık olmayan bir tekel… Ama edebiyat bundan en çok zarar görecek alanların başında geliyor. Hâlâ insanlara en sevdikleri şair ve şiiri sorduğunuzda, yüz kişiden 99’u aynı cevabı veriyor. Kimsenin yeni yazarlardan, modern yazarlardan, yeni bir şiirden haberi bile yok. Yeniliklere açık olmaması bile sınırları olduğunu gösteriyor bence...
Yasemin Pulat: Modern bir yazar mısın sen?
Emre Kalcı: Rafine bir yazarım ben! Kitaplarımın her sayfasında birer paragraf olmasının nedeni benim o sayfaları dolduracak yeteneğimin olmamasından değil, insanların kısacık paragraflara bile gereken ve o paragrafın hak ettiği anlamı yükleyebileceğine olan inancımdandır! Okuyucumu kendim gibi düşünüyorum.

Kendimi aşktan korumayarak korudum!

Yasemin Pulat: Kendini nasıl hâlâ aşka bu kadar inanabilecek kadar koruyabildin?
Emre Kalcı: Hakikaten aşka hâlâ çok inanıyorum. Hayatın her köşesindeki aşka, aşkın hayatın diğer alanlarına yansımasına da çok inanıyorum. Aşk benim dört yanımı çevirmiş durumda. Kendimi aşktan korumayarak korudum aslında…
Yasemin Pulat: Yazı bir yaşam şekli mi senin için de?
Emre Kalcı: Ben yazmak için, edebiyatın bir köşesine dokunabilmek ve onun da bana dokunabilmesine izin vermek için mesleğini, ailesini, her şeyini bir tarafta bırakıp bu yolda daha çok sıkıntı çekmeyi de göze alarak yazmaya kendini adamış biriyim.

Kendimi seçtim!

Yasemin Pulat: Başka bir yaşam şekli mi sürüyordun? Neleri arkanda bıraktın yazmak için?
Emre Kalcı: Hobi olarak yapabileceğim bir iş değildi yazmak. Yolumu değiştirdim. Eğitim aldığım alanı, aile mesleğini ve süreceğim belki de daha rahat bir hayatı reddettim. Hep bir şeylerin peşinde koşmak ve hayat yorgunluğuna kapılmak istemedim. O rahatlıktan daha uzakta ama sevdiğim bir şeyle baş başayım ve çok daha mutluyum. Daha iyi imkânları, daha sözümü geçirebileceğim alanları değil, kendimi seçtim!
Yasemin Pulat: Yazarlar neden çok para kazanamıyor?
Emre Kalcı: Ben Türkiye’de edebiyatın bahçe içinde küçük bir ev olduğunu düşünüyorum. Bahçenin köşeleri tutulmuş... Evin kapıları kilitli ve pencereleri de sanki bir fırtına çıkacakmış gibi içeriden tahtalarla çakılı. İyi yazıp da acı çeken o kadar çok insan var ki... Çok satan ya da çok iyi yazan büyük yazarların arkalarına bakıp yeni bir kıvılcım keşfedememeleri gerçekten acıklı... Kendi kalemlerine ve yolculuklarına bile vefaları yok... Yayınevleri de öyle... Edebiyat dünyasındaki kişilerin ve kurumların, edebiyata hizmet ettiklerine çok da inanmıyorum artık...
Yasemin Pulat: Ben de bir yazarım ve yıllardır aşk hakkında atıp tuttum. Ama hâlâ “aşk nedir” diye sorduklarında, “bilmem ki,” diyorum. Sen bunun cevabını bulabildin mi?
Emre Kalcı: Yazılan, çizilen, senin, benim ve herkesin aşk üzerine yazdığı her şeyin, sadece aşka giden yollar olduğunu düşünüyorum.
Yasemin Pulat: Bu yolun sonunda ne var o zaman?
Emre Kalcı: Bu yolun sonunda yine olasılıklar var! Aşkın herkeste aynı şekilde tanımlanabilecek bir kavram olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Yazdıklarımda da "aşk budur" diyemiyorum. Ben ondan geçmiş de olabilirim, etrafında durmadan dönüp dolaşıyor da olabilirim. Aşkın ne olduğu ile ilgili hiçbir fikrim yok ama aşkın ne olabileceği ile ilgili geniş bir vizyonum var.

Ben aşkta ayrımcılık yapıyorum!

Yasemin Pulat: Bir yazar olarak senin bile bunun cevabını bulamamış olman çok şaşırtıcı değil mi? 
Emre Kalcı: Yasemin, aşkı herkes aynı şekilde yaşamıyor. Her aşk parmak izi gibi birbirinden farklı! Aşkta da bir gruplaşma var bence. Ben çok sevenlerle az sevenleri aynı guruba koymuyorum. Bu sana ayrımcılık gibi gelebilir ama ben aşkta ayrımcılık yapıyorum!
Yasemin Pulat: Açılım yapalım o zaman. Açalım yani. Nasıl bir ayrımcılık?
Emre Kalcı: Aşkı bir gecede harcayan ya da harcayabilme potansiyeli olan bir insanla; aşk için mücadele eden, aşkı elinde tutabilmek için hayattaki her yolu deneyebilecek bir insanı aynı kefeye koymam ve koydurtmam.
Yasemin Pulat: Yazarlar genelde mutsuz mudur?
Emre Kalcı: Ben genelde mutsuzum ve mutsuzluğumla da çok övünüyorum.
Yasemin Pulat: Aragon "mutlu aşk yoktur” demiştir, doğru mu yani?
Emre Kalcı: Her aşk sonunu görene kadar mutludur diyelim o zaman.
Yasemin Pulat: Bu cümleler hep biraz yaralı mı olmalı insan yazar olunca? Ayrılıklar ve yarım kalmışlıklar mı acaba daha çok besliyor bir yazarı? Yazarların mutlu sonu yok mu?
Emre Kalcı: Bu sanatçının yapıtıyla da alakalı… Ben yaralandığım için yazdım. Kendi yaralarımı yazdım. Hiç yaralanmamış bir okuyucuyu kendi yapıtıma davet etmek gibi bir lüksüm yok. Ben benim gibi yaralanmış insanlarla bir ortaklık kurabilirim. Ben mutsuzum ama okuyucu profilim de pek mutlu değil.
Yasemin Pulat: Yazı uğruna sevgilinden vazgeçebilir misin? Mesela ben bana artık hakkında yazı yazdırmayan her şeye karşı çok acımasızım. Sanki bütün duyguları onları yazmak için hissediyorum gibi. Ve bana ilham vermeyen bir aşk benim için bitmiştir. Sende de var mı bu?
Emre Kalcı: Yazarlık büyük yalnızlık aslında... Yazı uğruna sadece aşktan vazgeçmem, aşk uğruna yazmaktan vazgeçmediğim gibi... Beni var eden şeylere ihanet edemem...

Aşk doktoru olacağıma, aşk hastası olmayı tercih ederim!

Yasemin Pulat: Biraz isyânkar bir duruş, aslında biraz da anarşist bir tarafı var mı yazar olmanın?
Emre Kalcı: Mutlaka isyankâr bir tarafı var yazmanın ve sanıldığının aksine aşkta da anarşist bir duruş var bence. Aşkın varlığına basit, hafif ve alaycı yaklaşan insanlar var. Ama hayatın gerçeğiyle örtüşen bir şey değil bu. Sevdim, sevildim ve bitti denilebilecek kadar basit bir şey değil aşk. Tam tersine uğrunda fedakârlıklar yapmanız gereken ağır bir durum... Aşk doktoru olacağıma, aşkta hasta olmayı ve yaralanmayı tercih ederim mesela! Ben aşkın, Tanrı’nın insanları serbest bıraktığı tek alan olduğuna inanıyorum. Bütün toplumlardan, topluluklardan, onların koydukları kurallardan, sınırlardan, uzaktan bakıp ahkâm kesmelerden ayrı olması gereken; insanlara bırakılmış tek özgürlük alanı gibi görüyorum. Bir tek aşka müdahale edilemesin ve dokunulamasın istiyorum.
Yasemin Pulat: Cinsellik aşkın neresinde?  
Emre Kalcı: Ben aşkta cinselliğin olmazsa olmaz olmadığına, insanların bedenlerinden önce ruhlarının sevişmesinin gerektiğine inanıyorum. Çok sevdiğiniz biri artık sevişemeyeceğiniz biri haline geldiğinde, o aşkın mutlaka biteceğini söylemem mümkün değil...
Yasemin Pulat: Ama insan artık arzulamadığı ve sevişmek istemediği birine nasıl âşık kalabilir?
Emre Kalcı: Ten ve Sen kelimelerinden hangisini tercih edeceğine karar verebilir... En kolay ulaşılabilen zevkle, en zor ulaşılabilen anlam arasında bir seçim yapabilir...
Yasemin Pulat: Ben mesela aşk sebebiyle ihtilal yapabilirim yani! Sence buna değer mi?
Emre Kalcı: Dünyanın herhangi bir köşesinde uğrunda ihtilal yapılabilecek başka bir şey kaldı mı ki Yasemin?
Yasemin Pulat: O zaman cesur olmak mı gerekiyor aşkta?
Emre Kalcı: E, tabi ama senin uğrunda ihtilal yaptığın insan, “hey gürültü yapma” derse olmaz tabi.
Yasemin Pulat: Sence kadınlar mı daha cesur aşkta erkekler mi?
Emre Kalcı: Bence kimse cesur değil artık! Büyük aşklar, fırtınalı aşklar hep geçmişte. Şimdi herhangi bir ikiliden bahsedebilir misin ki aşkları bütün dünyada bilinsin, okunsun, filmlere konu olsun. Geçmişteki insanların bütün kısıtlı şartlarına rağmen daha cesur olduklarına inanıyorum. Asıl herkes aşkta ihtilalini şimdi ve bu şartlarda yapmalı.
Yasemin Pulat: O zaman insanlar aşksızlaşıyor mu gitgide? Yoksa bu hayat kavgasından aşka vakit mi kalmadı?
Emre Kalcı: Ben hayat kavgasının ve koşturmacasının, insanın ruhunu ve duygularını bu kadar törpülediğine inanmıyorum. Herkes bu kavganın içine doğuyor. Kendini koruyacak alanlar yaratmalı insan, en azından birkaç sağlam kale... Bencil olmadan da kendini düşünebilir herkes... 
Yasemin Pulat: Âşık olduğun biri için yapabileceğin en büyük fedakarlık ne olurdu?
Emre Kalcı: Apaçık yazıyorum işte. Kendi gizemimi herkesle paylaşmayı göze alıyorum. Sevgilime söyleyebileceğim her şeyi herkese de söyleyebiliyorum.

Hiç aldatılmadım. Çok eminim!      
      
Yasemin Pulat: Âşık mısın şu anda?
Emre Kalcı: Âşığım.
Yasemin Pulat: Çok mu?
Emre Kalcı: Çok… Diyorum ya hani “aşkta herkes bir gün kendi ihtilalini yapacaktır” diye. Ben şu anda yaşadığım aşkla kendi ihtilalimi yaptım.
Yasemin Pulat: Sevgilini aldatır mısın?
Emre Kalcı: Aldatmam. Hiç de aldatılmadım.
Yasemin Pulat: Emin misin? Yani belki sen fark etmemişsindir?
Emre Kalcı: Çok eminim!

Bir gün sen de aldatılmayacaksın Yasemin!        
     
Yasemin Pulat: Ama yani belki aldatılmışsındır da sen bilmiyorsundur olamaz mı?
Emre Kalcı: Zorlama Yasemin! Aldatılmadım işte!
Yasemin Pulat: Hım… Peki. İyi de ben niye aldatılıyorum o zaman? Eğer aldatılmadan da yaşanabiliyorsa şu aşk denilen şey… Çok moralim bozuldu!
Emre Kalcı: Bir gün sen de aldatılmayacaksın YaseminJ
Yasemin Pulat: Emre Kalcı bir yazar olarak kimleri okur?
Emre Kalcı: O kadar çok okuyorum ki Yasemin. Özellikle ayırmam gerekirse Arthur Rimbaud, Virginia Woolf ve İran'lı şair Furuğ hayranlıkla okuduğum edebiyatçılar... Son dönem Hanif Kureishi ve Michael Cunningham kitaplarını ve yazılarını sıklıkla takip ediyorum. Türk yazarlardan da takip ettiğim ve çok sevdiğim isimler var. Klasiklerden Behçet Necatigil’e bayılırım mesela. Bilge Karasu severim... Yeni dönem şair ve yazarlardan Küçük İskender’i, Murathan Mungan’ı ve Hakan Günday'ı özellikle beğeniyorum. Yazmaya başlama sebebim, yazı dünyasına ve yeteneğine büyük hayranlık duyduğum Umay Umay’dır. Umay Umay’ın, “Veda Busesi” adlı kitabıdır. Her yerde adını anmak vefa borcumdur. İclâl Aydın benim için çok özeldir. Türk yazarlar içinde onu çok ayrı bir yere koyduğumu söylemek isterim... Samimi tavrı, duygusal dünyası ve her konuya duyarlı yaklaşımıyla son dönem hem yazarlığını hem insanlığını sürekli takip ettiğim isimdir... Onun kalemine de büyük yakınlık duyuyorum...
Yasemin Pulat: Son günlerde yapılan röportajları takip ettin mi? Helin Avşar’ın yaptığı röportaj gibi. Şimdi sen de geldin, eşofman üzeri boğazlı kazak takılan bir kadınla röportaj yapıyorsun. Senin için çok renksiz oldu mu bu? Hayal kırıklığına uğrattım mı seni?
Emre Kalcı: Herkes yaşamı hayal kırıklığına uğratıp anlamsızlaştırırken, biz birbirimizin hayat kırıklıklarıyla uğraşıyoruz daha ne olsun Yasemin... Özel dünyalarımızı birbirimize açmamızı sağlayan özenli soruların için ve yakınlığın için teşekkür ederim... Hem bu kadar güzel soruları, bu kadar güzel bir kadının sorması oldukça renkli ve yeterli bir ayrıcalık benim için:)





(Kasım/2009)